San Francisco; Yokuşu Bol Memleket
İnternet wireless ama “konferans odası adını verdikleri “salon salomanje” kılıklı bir masa 4 kanepeden oluşan bir odadan ancak çekiyor, odamızdan da kıt kanaat, aleti cama yaslarsak eh işte.
Benzer modelde, 216 no’lu salonda da saat 08:00-09:30 arası kahvaltı veriliyor. Her akşam bir sonraki günün kahvaltı biletini resepsiyondan alıyorsunuz. Çin mahallesinde, Çinliler’in işlettiği bir otelde üretim hattı gibi tasarlanmış bir kahvaltı “odası”nda yine paketler içinde aynı yüksek fruktoz, yüksek fruktoz şurubu, bilimum koruyucu madde içeren reçeller, suni tereyağı, tost ekmekleri ve dondurucudan çıkmış bagel’lı - yiyebilene haşlanmış yumurta da var- kahvaltımızla güne başlıyoruz.
Satırlarımdan, otelden genel olarak pek memnun olmadığım anlaşılıyordur ancak konumu pek nefis. Bir yanı lüks mağazalar, diğer yanı lüks mağazalar, aşağısı ofis bölgeleri, ardında Çin Mahallesi…. hareket… bereket… Aşağı saldın mı kendini tarihi iskeledesin (Ferry House). Nitekim ilk gün kendimizi salarak Ferry landing denen bölgeye iniyoruz. Market Street direkt oraya götürüyor; kocaman saatli kulesinden tanırsınız. İçeride Ferry Landing Markets diye anılan pek hoş görünümlü ve oldukça turistik çarşı binasına giriliyor. Hemen önünde de standlar açılıyor ve bildiğiniz pazar kuruluyor; organik çiftlik ürünlerinin satıldığı standlar bunlar.
Burası doğudan trenle gelenlerin ulaşım noktasıymış. 1898’de ahşap olan iskele yerine inşa edilmiş. Özellikle Altına hücum döneminde pek popüler olan deniz taşımacılığında günde 50.000 kişi taşınmış. Ancak Körfez Köprüsü (Bay Bridge) (1936 ) ve Golden Gate Köprüsü’nün (1937) açılması ve araba trafiğinin de artması ile feribotların kullanımı pek azalmış. Ancak bu sefer de 1970'lerde trafiğin içinden çıkılmaz hale gelmesi ve epey trafik kaldıran çift katlı otobanın 1989’daki depremde kullanılamaz hale gelmesi ve ortadan kaldırılması ile sanırım popülaritesini kazanmış.
Bu bölgeden sabah enerjisinin verdiği gaz ile sahil boyu kaptırmışız; Pier 39, Balıkçı Barınağı Fisherman’s Wharf’ta bulmuşuz kendimizi. Fisherman’s Wharf eskiden balıkçı barınağı iken artık turistik amaçlı dükkanların, restoranların bulunduğu cıvıl cıvıl bir turistik mekan olmuş.
Otantik mağazalar var; istiridye içinden inci çıkartan, bunu gösteren yerler ilginç geldi bana. Bir yandan da pek inanılası gelmedi. İnsanın her eline aldığı istiridyeden inci çıkar mı?
Hava aslında bulutlu ve kapalı. Öğleden sonrası için yağmur gösteriyor. Az da rüzgar var. Bereyi atamıyorum yine kenara. Yürüyüş ve sabah yediğimiz, hatta 2 haftadır yediğimiz karbonhidrat ve fruktoz ağırlıklı kahvaltının midemizi ucu ucuna tutmasından öğlenin erken saatlerinde acıkıyoruz. Fisherman’s Wharf’ta üst katta bir İtalyan restoranında deniz ürünlerinden oluşan bir şeyler yiyoruz. Buranın olayı bu; denizden çıkanı yemek. Tabii yemeyenler için de alternatifler var.
Yemekte fark ettik ki iskelenin ayrılmış bir bölgesine deniz aslanları gelmiş ve yayılmış. Bu aslında kaynaklardan okuduğumuza göre Ocak ayında olan bir hadise. Hemen yanı başlarında bir tabela; kanunla korunduklarını anlatıyor. Kara tarafında da duvarlarda neden ve ne zaman geldikleri, bu iskeleyi mesken edinmelerinin hikayesi anlatılıyor.
Yemek sonrası ilk Golden Gate manzaramızı sisli ve yağmurlu bir öğleden sonrasında tatlı niyetine alıyoruz. Tam karşımızda Alcatraz Adası…
San Francisco’da yeterden öte süre kalacağız. Alcatraz Adasına gitmek konusunda çok olumlu değiliz. Yine de bu konuyu erteliyoruz.
Bu bölgeye yakın nostaljik tramvayların (Cable car) ilk durağına gittik. Çok uzun bir kuyruk vardı. Tramwaylar, 1873 yılında Andrew Hallidie tarafından düşünülmüş; madenci arabası yapmak fikrinden çıkıyor. Ancak çok değil 20 yıl sonra elektrikli otobüs, troleybüsler koyulmak isteniyor. Ama halk karşı çıkıyor. 7 hat böylece kalmış. Özellikle turistlerin çok talep ettiği bir araç. En dik yokuşlarda bu araçlar kullanılıyor.
Sadece tek tarafından yönetilebildikleri için ilginç bir yöntemle son durakta döndürülüp tekrar ilk durak mantığına dönerek yoluna çıkıyor alet. Yerde rayların ulaştığı son noktada iki-üç kişinin yardımı ile döndürülebilen bir daire var. Tramvay bunların üzerine getiriliyor ve ittirilmek sureti ile döndürülüp seferine koyulacak istikamete bakar hale geliyor.:)
Bilet gişesinden hem cable car (nostaljik tramvayların), hem street car ( troleybüs), hem de otobüslerde geçerli 7 günlük biletlerimizi aldık ve sıramızı bekledik.
3 çeşit binme stili var: Ya içeride kabine oturuyorsunuz, ya yan taraflarda dışarıdaki sıraya oturuyorsunuz, ya da yanlardaki direklere tutunup dışarıya sarkarak ayakta seyahat ediyorsunuz. Çok küçük olduğundan hemen doluyor. İnsanlar tabii ki ya asılarak gitmek ya da açık yan kısımlarda oturarak gitmek istiyor. İçeride kalınca hiç anlamı yok. O yüzden alet dolup da sıra size içeride olmak üzere gelirse pek de anlamlı değil. Yine de siz bilirsiniz. Sıra itibariyle bize içeride oturmak nasip oldu. Doğrusu ben yandan sarkmayı son derece tehlikeli buldum zira bu aletlerin durmaları da kalkmaları da sorun; ayrıca yanda insanlar da oturduğundan ayağınızı koyacak yeri hatta tutunacak yeri zor buluyorsunuz; ve dahi yollar genelde gidiş-dönüş olduğundan yandan geçecek taşıtları da hayal edin:) Neyse korkutmayayım; kendiniz görün ve karar verin. Yalnız yokuşlarda tutunma çabalarının ne kadar kol yorucu olduğu konusunu da belirteyim.
Street Car (troleybüs) 1950’lerin, 1960’ların otobüslerinden bozma elektrikli araçlar. Doğrusu ben bunları cable car’lardan daha çok beğendim.
Nostaljik tramvayımızdan bir- iki sokak sonra tepede iniyoruz. Buradan meşhur Lombard Sokağı ‘nı göreceğiz. Rehber kitabımız, bu sokağın, yaz mevsiminde çiçekler içindeyken en güzel halinde olduğunu yazıyor. Şu anki hali ile de yemyeşil, dekoratif çalı bitkileri ile sağa sola zigzag yapıyor. Öylesine dik bir yokuş ki tek yön aşağı inen arabalar son derece ağır gidiyorlar.
Manzara izleyerek, fotoğraf çekerek bu sokaktan aşağı yürüdük ve o sokaktaki evlerde oturan bu manzaraya bakan şanslı insanlar üzerinde bir miktar düşündük:)