İznİk

İznik

18/04/2010 Pazar/ İznik

Sabah 07.30'da İstanbul'dan yola çıkıyoruz. Gece yağan yağmurun İstanbul'daki serinliğinde, İznik'te havanın iyi olması temennisi ile... 

Sıradan bir Pazar sabahı olmasından mütevellit yollar son derece sakin. Eskihisar'dan feribota binip Yalova üzerinden gideceğiz. Annemin elleri ile yaptığı börek ve poğaçalar ile feribotta nefis bir kahvaltı yapıyoruz.

Yeniden yola koyulduğumuzda güneş yüzünü gösteriyor bulutlar arasından. Yalova, baharın tüm tazeliğini cömertçe sunuyor. Yemyeşil bir manzara üzerinden Karamürsel'e varıyoruz. İznik sapağından girince görüyoruz ki yol heyelan sebebi ile kapatılmış*. Kaptan pilotumuz ana yola geri dönüp Adapazarı Pamukova üzerinden gideceğimiz anonsunu yapıyor.

Zaten geç koyulduk yola, yetiştiremeyeceğiz diye yol uzadıkça keyfim kaçtı. Günübirlik bir ziyaret olacak bizimkisi...Etrafı seyredip, notlarımı okuyarak bu fikirden kendimi uzalaştırmaya çalışıyorum. Gezmek için enerji ve şevk lazım.

10:30 civarı İznik'in sur duvarları karşılıyor bizi. Tam merkeze iniyoruz. Arabayı güvenli bir yere bırakıp yaya olarak devam edeceğiz.

İstanbul gibi bir şehirden geldiğimiz için olsa gerek ne zaman böyle küçük yerlere gitsek kendimi kocaman hissediyorum. Son derece minik ölçekli, sakin, -zannedersem ahalin birbirini tanıdığı- yerler. Arkamı dönsem yolun sonunu, önüme baksam yolun başını görebiliyorum adeta. Tüm yollar 10 dakika önce geçmiş olduğunuz caddeye çıkıyor. 2 katın üstünde bina yoktu herhalde. O kadar küçüklüğe rağmen çok rahatlatıcı bir ferahlık, bir genişlik hissi...Belki de "rağmen" değil de bu küçük ölçeklilikten kaynaklanıyordur bu ferahlık....Özellikle de tarihin dimdik ayakta durduğu yerlerde..

Ayasofya Bazilikası/ Ayasofya Camii (Orhan Camii)

Turumuza tam merkezdeki turizm ofisi ile başlıyoruz. Buraya bakan sorumlu ofisin hemen yanı başındaki Ayasofya Bazilikası/ Ayasofya Camii (Orhan Camii) 'nin de bilet yetkilisi. Bizi görünce koşarak geliyor yardımcı olmak için. Bir broşür ve harita veriyor: Önceden internetten çalıştığımız ve edindiğimiz bilgiler ve kültür haritalarının derli toplu, özet ve renkli hali...Bir tuhaf hayal kırıklığı içindeyim. 3 lira vererek girdiğimiz "müze"de internetteki bir kaynağa göre sergilenen eserler olması lazım. Ama yanlış bilgi. Tarihçesi ve önemi konusunda pek çokkaynaktan bilgi bulabileceğiniz için uzun uzun anlatmayacağım. Ama ne şimdiye kadar gördüğünüz camilere benziyor, ne de bazilikalara, kiliselere..1600 yaşındaki bu küçük küçük kubbeli, kırmızı sevimli yapıyı gezerken yeni aldığım fotoğraf makinemin beklenmedik bir batarya sorunu çıkartması henüz neşesini bulamamış keyfimi biraz daha kaçırıyor. 

 

Dar mahalleden, nedense yerli gezginlere çoktan alışmış olması gereken esnafın meraklı bakışları arasından Yeşil Cami' ye doğru devam ediyoruz ve annelerin adımları ile 7-8 dakikada varıyoruz. Hemen karşısında minik bir camii olan Şeyh Kudbeddin Camii ve Türbesi ile onun yanında İznik Müzesi olarak görev yapan Nilüfer Hatun İmareti. Tek bir büyücek meydanı paylaşıyorlar. O bahsettiğim huzur dolu nefesi ilk burada çekiyorum içime. Tek tük yaşlı amcalar camilerin önündeki banklarda oturmuş yarım saat- kırk dakika içinde okunacak olan öğlen ezanını bekliyorlar.

Yeşil Cami'ye varmadan yolumuzun üzerinde Hacı Özbek Camii ve Eşrefzade Camii'ni görüyoruz. Yan yana inşa edilmişler adeta. İlginç olan şey minarelerinin camilerden ayrı köşelere yerleştirilmiş olmasıydı. Sanırım hayatımda gördüğüm en küçük camileri burada göreceğim.

2-3 dakika yürüme mesafesinde ulaşıyoruz Yeşil Cami'ye. Yeşil Cami adını turkuaz yeşili çinili minaresinden alıyor. Eskiden yaşayan nüfusu ile orantılı olsa gerek küçük küçük ama birbirine çok yakın bir çok cami inşa edilmiş. Bu camiden çıkınca bizi eskiden aynı camide müezzinlik yapmış, elinde bastonu ile beyaz sakallı bir amca karşılıyor. Selamlaşıyor, sohbet ediyor bizimle. " 'İznik'e kadar gittik de kimse bize selam vermedi' demeyin " diye geldim diyecek kadar da mütevazı:) Bahadır ve beni İngilizce'den sözlü yapıyor. Başka hangi dilleri bildiğimizi sorup, vaktiyle kendinin bir kaç dildiğinden bahsediyor. Gençliğini anlatıyor. Görgülü bir amcaydı. Allah sağlıklı ömür versin....

Camiden çıkıp hemen karşıda bizi bekleyen Nilüfer Hatun İmareti'nin İznik Müzesi olarak değerli koleksiyonunu görmeye gittik. 600 yaşındaki bu bina yoksullara yemek dağıtmak üzere Sultan 1. Murad'ın annesi Nülüfer hatun adına yaptırdığı bir hayır kurumuymuş. Gayet ferah, ışık alan bir bina. Yine kubbeli, yine mütevazı yine Bizans kırmızısı... Hayır işleri için kullanılmış bu yapıya, tarihimizi yeni nesillere aktarmak gibi yine ulvi bir misyon yüklenmiş. 1960 yılından beri tek katlı bir müze olarak, Osmanlı döneminden kalma çiniler, hafif etnoğrafya müzesi tadında kadın eşyaları ve arkeolojik nitelikte antik buluntulardan oluşan bir koleksiyona sahip. Yemyeşil bahçesinde lahitler, kabartma /oyma mermer ve taş işçiliği, su kanalları sergileniyor. Yarım saat de bu müzede gezebiliyorsunuz. Müze Kart ile girilebilen müzede giriş ücretleri de aslında çok yüksek değil.

Buradan çıkıp en yakındaki Nilüfer Hatun Çini Çarşısı 'nda soluğu alıyoruz. Küçücük merkezde bir kaç çini çarşısı var- müstakil açılmış dükkanları saymıyorum bile. Her bir atölye-dükkanda hanımlar- genç kızlar bu işi hem yapıyorlar, hem yapıp bitirdikleri ürünleri satıyorlar. Tek kelime ile "şahane" eserler var; bayıldım. Görmeniz, dokunmanız, hissetmeniz lazım. Ancak bu tip yerler yanında erkek faktörü ile gezilemediğinden kısıtlı bir zamanda nereye bakabilirsek ora ile yetindik. l

Bu noktada fazla oyalanmadan acıkan karınları doyurmak üzere İznik Gölü manzaralı bir restauranta kendimizi atıp İznik deyince herkesin hep bir ağızdan söylediği gibi yayın balığı yiyelim dedik. İznik Gölü kocaman bir göl; ama biraz atıl geldi bize. Kenarında yürüyüş için çevre düzenlemesi yapılmış bir parkur var. Başka da gezi tozu alanı yok zaten. Belki talep de yoktur zaten. Etraf bol bol bahçe . Eli yüzü düzgün bahçeli evler var göle yakın. Yollar dar ama o bölgeye yetiyor. Böyle bir yere toplu bir tatil yahut bayram kalabalığında gelmek çok tatsız olabilirmiş. İyi ki bireysel ve sair bir günde gitmişiz...

Yayın balığını daha önce yemediğimizden tavası mı olsun şişi mi olsun birbirimize bakınca ikisinden de istedik; birbirimizle paylaşarak yedik. Tavası, aynı mezgit fileto gibi pişiriliyor; tadı da farksız. Şiş olarak da bir çok baharat içinde bekletilmiş iri parçalardan oluşuyor. Bana sorarsanız baharatlı balık mezgite benzer bir balık yemekten daha deneyimsel geldi....

Araba ile geri dönüyoruz merkeze. Beyler hanımları yarıda kalan işlerini tamamlasınlar diye yine Nilüfer Hatun Çini Çarşısı'na getiriyorlar. Çabucak halledip işimizi, hep birlikte yaya olarak bu sefer ters tarafta kalan yerleri görmeye koyuluyoruz.

Şu an El Sanatları Çarşısı olarak hizmet veren Süleyman Paşa Medresesi 'ne getiriyor yol bizi. 11 odası olan bu medresede her bir oda bir çini atölye/dükkanına tahsis edilmiş. Çok zengin ve huzur dolu görüntüsü olan bir konak havasında. Önceki çarşıda takılar varken burada daha çok ev süslemeleri var.

Yanda: Süleyman Paşa Medresesi

Yolumuza devam edince hala çalışmakta olan II. Murat Hamamı 'nı görüyoruz. Pazar günü erkeklere açık hamam tam mahalle ortasında kalmış.

Aynı yol üzerinde 3-4 dakika mesafede Çini Fırınları Kazı Alanı'na vardık. Osmanlı döneminde işlediği ortaya çıkartılmış bu çini fırınlarının bulunduğu kazı alanı. Otların içinde fırınlar , tel ızgaralar altında.....Bir nevi açık hava müzesi. Kapalıydı zati, ancak içeri girmenin bir artısı yok, zira yukarıdan daha güzel anlaşılıyor her şey.

Surların dışındaki blgelere gitmedik. Burası son durağımız oldu. Ana caddeye bağlanınca artık dönüş yoluna koyulduk. Geziye bir gün yetiyor. Tabi kısa kış günü olmazsa diyelim....

* Özellikle yağışlı bir mevsimde gidecekseniz yol durumunu önceden öğrenin...