"Promete"
"...
Gör daima önünde esatir-i evvelin
Gökten deha-yı narı çalan kahramanını...
Varsın bulunmasın bilecek nam-u şanını."
"...
Gör daima önünde esatir-i evvelin
Gökten deha-yı narı çalan kahramanını...
Varsın bulunmasın bilecek nam-u şanını."
Ömür, uzadıkça kısalan şeydir.
Nasıl istersen öyle dinle, bakın;
Dalların zirvesindeyiz ancak
Yarıyoldan ziyade yerden uzak,
Yarıyoldan ziyade maha yakın.
"...nedir ki buse, Biraz daha yan yana yapılan bir vaattir.
Yemindir kanmayana.
Bir itirafın candan bir delil bulmasıdır;
Sevişmek mastarının gül pembe noktasıdır.
Bir şiirdir ki söylenir ağza, kulak yerine...
Bir gönül hazzıdır ki hep derinden derine yayılır.
Bir visaldir karanfil lezzetinde.
Dudakların ucundan tatmaktır ruhu biraz."
Hayat bıkılacak kadar uzun değil.
İlk başta anne-babalarımızın çocukları,
Sonra çocuklarımızın anne-babası oluruz.
Daha sonra anne-babalarımızın anne -babası,
En sonunda da çocuklarımızın çocukları oluruz.
Anlam taşıyan bir fetih ya da savaş yoktur. Sonunda elimizde kalan tek toprak parçası, içine gömülecek olduğumuzdur.
Hissettikleriniz yaşantınızdaki olayların sonucu değildir. O, sadece sizin olayları açıklama biçiminizdir. Hiçbir şey bizim verdiğimizin dışında bir anlama sahip değildir.
Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarında dolaştık. Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi vazıh ve berrak gösterdiği için, yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik.
Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soluyan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç naaşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli kırlarda geçen bir gezinti gününden sonra, akşam üstü ve mahzun ve nevmit dönmemek mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim. Güneş, bütün gün, insana doğru, fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışığında eğlenmenin ve mes'ut olmanın hiç imkanı var mı?
Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk.
Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu.
Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkebiyle çizdiği müphem ve natamam bir alem içinde idik. Artık her şeyi sarahatle görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücut bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ay ışığı içinde birer murassa hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadan bir mayi sallanıp şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştık. Zira aydan aya akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu.
Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan harap olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!