Prag

Panoramik Şehir Turu

1.02.2004 Pazar, 1. Gün

2004 yılı Kurban Bayramı’nın birinci günü. Bu gibi tatil dönemlerinde yurtiçi turlar kalabalık oluyor diye yurtdışı seyahat edelim düşüncesinde idik. Ancak sanki yurtiçi turlara kimseler katılmamış da herkes bilmediği uzak memleketleri görmek istermişcesine akın akın yurtdışına gitmeye karar vermiş! Sırf bizim grubumuz 52 kişi idi.

Malum, mevsim kış. Orta Avrupa için daha zorlu olacak diye beklerken şansımıza hava sıcaklığı Prag’daki ilk günümüzde 7 derece ve güneş pırıl pırıl. Daha önceki günlerde, sanıyorum İstanbul’da kar fırtınası çıktığı dönemlerde, sıcaklık –18 derecelerde seyretmiş Prag’da - ki orası için bu sıcaklık sanıyorum mevsim normallerinde. Buna rağmen şehir içinde bile yer yer kar grupları hala duruyordu. Şehrin içinden geçen Vltava nehrinden de kırık buz parçaları akıyordu.

Uçaktan inişimiz yerel saat ile 09:20. Prag ile saat farkımız –1. Daha iner inmez transferimizi yapacak olan otobüs yarım saat gecikti, arızalanmış. 

Bu saatte otele yerleşmemizin imkansızlığından ve de tur raconu gereği, uçaktan inince otobüsle panoramik şehir turu yapılıyor. Bu aslında biraz “azıcık şunun tadına bakayım, biraz da buna bakayım” demeye benziyor, yani şehrin “bir kaşık” tadına bakmaya.

Otobüs bizi Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın da içinde bulunduğu Prag Kalesi (Hradcany) yakınlarında indiriyor. Kale’ye doğru ilerlerken yol üzerinde sağ tarafta önce vaktiyle ahır olarak kullanılan binarı görüyoruz, tam karşı tarafında da Kraliyet bahçeleri ile yine vaktiyle bahçıvanların kaldıkları binayı görüyoruz.. Bu binanın dış cephesi aslında Avrupa şehirlerinde görmeye alışık olmadığımız türden bir mimari ile yapılmış; grafitti. Doğal olarak, Ortaçağ binalarını görmeye hazırlandığımız bu yerde hayli farklı geliyor göze. Kalenin girişinde sembolik iki asker nöbet bekliyor. Sarayın içine girmeden önce yan taraftan dolaşarak zamanında balo salonu olarak inşa edilen kısmı dışarıdan görüyoruz. Burası Versailles Sarayı’ndan kopya edilmiş, ben rehberin yalancısıyım valla.

Ve nihayet Prag Kalesi’nin ana girişi ve girişin baktığı meydan. Kale bölgesi, Prag’ın yüksek tepelerinden birinde bulunduğundan çok rüzgarlı. Yazın daha farklı olacağını sanmıyorum. Bu geniş meydana bakan pek çok sarayvari bina var. Bunlardan birisi de Schwarzenberg Sarayı. Bu binanın, Çin evlerinin çatılarına benzer kendine özgü bir yapısı var. Oldukça yüksek bir bina. Bu sarayın da dış cephesi grafitti. Prag’daki pek çok tarihi bina gibi burası da restore ediliyordu.

Schwarzenberg Sarayı

Schwarzenberg Sarayı

Meydanın Prag’a hakim bir manzarası var. Yüksek bir tepede olunca gayet doğal tabii. Ama şehrin yakın manzarası uzak görüntüsünden çok daha masalsı. Bu manzarayı her daim gören, bence meydana göre biraz küçük ve kenarda kalan, Thomas Garik Mazarik’in heykeli var. Türkler için M. Kemal ne ifade ediyor ise Çekler için de T.G.M. aynı şeyi ifade ediyormuş. Sevgilerinin göstergesi olarak hergün taze çiçekler koyuyorlar heykele, bir ilkokul öğrencisinin evinin bahçesinden toplayıp getirdiği buket misali ama..

Yine zamanında Kale bölgesinin hemen altında krala yakın olmak isteyen zengin kişilerin evleri yer alıyormuş. Bu evler hala duruyor tabii, ama kimler ne olarak kullanıyor bilemiyorum. Hoş, bugün de her yerde o tip evlerde zenginler oturuyor. Hiç de şaşırtcı değil.

Kalenin bu meydandan girişi daha gösterişli. Yine iki asker sembolik nöbette. Saat başı değişiyorlarmış. Büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu turistler bu zavallı askerlerin yanında dikilip sırıtmak suretiyle poz veriyorlardı. Bu arada Prag’ın nüfusu sadece 1.200.000 kişi. Çek Cumhuriyetinin toplam nüfusu 10 milyon. Demiştim ya yazımın başında, sırf bizim grup 52 kişi idi. Siz düşünün, kimbilir bizim bayramlarda kaç Türk Prag’ı ziyarete geliyordur.

İlk kapıdan girince etrafı dört duvar bir bahçeye geçiliyor. Bu dört duvar aslında halen Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve residansı olarak kullanılan binalar. Çok enteresandır ki bizde bu tip yerlerde görülen polis kordonları, geçişe yasak bölgeler falan yok. Polis de yok. Biz bu Saray etrafında polis göremedik.

İkinci avlu

Buradan başka bir bahçeye geçtik; üçüncü avluya. Geçer geçmez karşımıza muhteşem St.Vitus katedrali çıktı. Çok büyük bir alan kaplıyor, çok etkileyici. Pazar ayini vardı sanırım, saat 12 olmadan içeri alamayacaklarını söylediler. Bu katedralin yapımı altıyüz yıl sürmüş. Tipik bir gotik yapı. Nedense Notre Dame’dan bile bu kadar etkilenmedim gibi anımsıyorum.

Katedralin bulunduğu bahçe arkaya doğru devam ediyor. Buradan kısa bir yokuş inilince vakti zamanında simyacıların boy gösterip hünerlerini konuşturdukları, fiziksel olarak krala oldukça yakın, Golden Lane denilen yere geliyoruz. Şu an hediyelik eşyalar satan küçücük evlerin yan yana dizildiği bir sokak burası. Aralarda da kafeler var.

Buraları dolaştık ama tekrar Vitus Katedrali'nin önüne geldiğimizde içeri gireceğimizi düşünürken koştura koştura otobüse döndük.

Şimdi sıra Eski Şehir Merkezi’nde. Eski şehir 1230larda kurulmaya başlanmış. Yeni şehir içerisinden geçtikten kısa bir süre sonra otobüs bizi indirdi ve yürümeye başladık.

İlk önce meşhur IV. Charles (Karl) Köprüsü’ne (Karluv Most) geldik. Köprü, Prag’ı ikiye ayıran Vltava nehrinin iki kıyısını birbirine bağlayan pek çok köprüden biri. Ve diğerlerinden farkı araç trafiğine kapalı olması. Bunun gerçek nedenini tam olarak bilemiyorum ama sembolik , numunelik olmasından kaynaklanabilir. Bu köprü çok değer verdikleri IV. Charles’ın (Karl) adına yapılmış. IV.Charles 1300'lerin ikinci yarısında hüküm sürmüş bir kral. Anne tarafından Çek, baba tarafından Fransız; 20 yaşına kadar Fransa’da yetişmesine rağmen bu toprakları benimsemiş ve zamanında Prag’ı Bohemia'nın başkenti yapmış bir kral.

Bence köprünün başka çarpıcı bir özelliği de, köprüden Prag Kalesi’nin manzarasının çok güzel olması.

IV. Charles Köprüsü oldukça eski bir köprü ve üzerinde her birinin dinsel anlamı olan pek çok heykel ile süslenmiş. Ama şehrin yaşadığı katastrofik olaylardan -diye bahsi geçen sebeplerden- bu heykellerin gerçekleri yıkılmış, dökülmüş; şimdi duranlar kopya imiş. Çok eski olmamalarına ramen gördüğümüz ve göreceğimiz tüm heykel ve bina yüzeylerinde is gibi simsiyah kararmalar vardı. Şehir büyük bir yangın atlatmış yıllar yıllar önce. Sellerle de boğuşmuş. Bu talihsiz olaylar bunlar olsa gerek.

Köprünün Eski şehir yakasındaki girişinde Old Town Tower (Eski Şehir Kulesi) , karşı yakadaki girişinde de Lesser Town Tower yükseliyor. Old Town Tower çok etkileyici.

Köprüden kopabildikten sonra Eski Şehir’in içlerine doğru ilerlemeye başladık. Sadece dar ve uzunca bir sokak geçtik. Eski Şehir’e yaklaştığımızı etraftaki binaların mimarisinden, sokakların darlaşmaya başladığından anlayabiliyorduk. Sokağın büyük bir kısmını yüksek duvarları ile gölgeleyen bir yapının da Clementine, yani Avrupa’nın en büyük cizvit (papaz) okulu olduğunu öğrendik. Kendimizi birden geniş bir meydanda bulduk. Sanki birden uykuya dalmış ve başka bir diyara ışınlanmıştık. Dairesel bir meydan ve o meydanı vurgulayan çok katlı tarihi ama rengarenk, keyif veren binalar ile çevriliydik.

Öğlen saati yaklaşıyordu. Rehber bir şeyler yiyip içmek isteyebileceğimiz düşüncesi ile bize komisyonsuz para değişimi yapabilecek döviz büfelerini gösterdi. Yemek yiyebileceğimiz yerleri de. Bu konuya az sonra değineceğim zira rehberimizin anlatacakları henüz bitmemişti.

 

 

 

Önce, tarihi 15.yy’a dayanan Astronomik Saat’i gördük. Çok güzel bir bina ama mimarının çok dokunaklı bir hikayesi var. Öyle güzel yapmış ki bu saati, bir benzerini daha yapamasın diye gözlerini oymuşlar. O da saatin önemli bir parçasını alarak çalışmasını yüzyıllarca engellemiş. Saati esas ilginç kılan ise her saat başı iki pencere önünden geçen İsa ve 12 Havarisi’ni temsil eden bebekler. Bir iskelet aynı esnada zil çalıyor, hemen yanında da kavuklu bir de Osmanlı var.

Buradan dikkatimizi meydanın tam ortasındaki anıta çevirdik. Katolik Çek halkı içinde reformist düşünceleri ile halka önderlik eden ve idam edilmiş olan tarikat lideri Jean Hus’un anısına heykelinin dikildiği meydan. (1300lerin sonu-1400ler)

Bulunduğumuz yerden Tin Kilisesi’nin kulelerini gördük, rehberimiz adını anmakla geçti. Biz de kulelerinden gotik olduğunu anladık.

Saat 14:00’e kadar serbesttik; gecenin 2:30’undan beri ayakta olup uçaktaki anlamsız kahvaltı ile onca saat aç ve uykusuz durabilmek de kolay olmuyor. Grup hemen yemek için bir yerler bulmak amacı ile dağıldı. İlk gün aranacak halimiz yoktu; oracıktaki KFC’ye giriverdik. Hemen menümüzü seçtik ve sıra ödemeye gelince kredi kartını gören kız gayet aksi bir tavırla "geçmiyor" dedi, ben de “o zaman iptal edin siparişi” dedim. Buna inanamadık; Prag’ın en turistik mekanında, bir Amerikan firmasında kredi kartı geçmiyor! Bahadır, rehberin meydanda göstermiş olduğu döviz bürosunda parayı Çek Crown’una çevirerek olayı çözdü. O an anladık ki, nakitsiz daha zor durumda da kalabilirdik burada.

Prag’lıların sevdiği yemekler domuz ağırlıklıymış. Ancak bundan farklı yiyecek bulmak problem olmuyor. Büyük porsiyonları ile İtalyan restoranlarını şiddetle tavsiye ederiz. Onun dışında Mc.Donald’s var, KFC var, Fransız restoranları, yaygın olmasa da bir- iki yerde rastladığım Çin mutfağı falan var. Zaten 3-4 gün kalındığından çok değişik yiyecek arayışlarına girilmeden idare edilebiliyor.

Yemekten sonra otobüsü bulup otele yerleştik. Otelimiz 5 yıldızlı Corinthia Towers, ama nerdeee Türkiye’nin 5 yıldızları. Türkiye hakikaten her anlamda turizm cenneti ancak kıy-me-ti bi-lin-mi-yor! Her neyse, saat 18:00’e kadar dinlenme vaktimiz var, yani 3 saat kadar. Tek kelime ile sızmışız. Saat kurmasaydık herhalde sabaha kadar uyurduk.

18:30’da tüm grup ve rehberimiz ile lobide buluşup metro ile Museum durağında inip biraz da yürüyerek Old Town yakınlarındaki Wenceslas meydanından indik. Museum durağı adını burada bulunan National Museum’dan (Milli Müze) alıyor. Londra’daki National Gallery’nin görüntüsüne benziyor, ama içinin alakası yok –ki buna sonra değineceğim. Önünde boylu boyunca uzanan geniş caddeyi de rehberimiz Prag’ın Champs Elysee’si diye niteledi. Hakikaten benziyor. Burası restoranların, casino ve gece kulüplerinin (kumar serbest), ünlü mağazaların bulunduğu bir cadde. Grubun büyük kısmı rehber ile birlikte kendisinin çok beğendiğini söylediği bir restorana girdiler. Biz gruptan ayrıldık. Kendimize kalabalık olmayan sade bir yer bulduk, adı Banquet. Kırmızı ağırlıklı dekorasyonu var. Na Prikope caddesinde. Menüde her şey var, o yüzden ne yesem diye sıkıntı çekmiyor insan. Bahadır pizza istedi ben ise makarna. Çok lezzetliydi. Üstelik de çok pahalı değildi; 400-500 Çek kronuna (25.000.000 TL) (1 Kron=56.000TL) 2 kişi bir güzel doyuyorsunuz.

İyice yorgunluk ve uykusuzluk çökmüştü; otele döndük.