Serbest Günümüzde Prag

3.02.2004 Salı, 3. Gün Prag,Petrin,Alfons Mucha

Bundan sonra katılacağımız ekstra tur yok, yani kendi başımıza Prag’ı fethedeceğiz.

Sabah erken kalkıp ilk geldiğimiz gün alelacele gördüğümüz eski şehir merkezini (Old Town) bir kez daha görelim istedik. Otelimiz tam şehir ortasında değil ama merkeze 2 durak mesafede. Üstelik tam önünden metro durağı geçiyor. Saat tam 08:55’te eski şehirdeydik ve saat 09:00’da astronomik saatin saat başı açılan pencerelerinden çıkan havarileri gördük. Tin Kilisesi’nin etrafında tadilat vardı; şehirde muhtelif tarihi yapılarda bu tip çalışmalar yoğun olarak sürüyor.

Nakit Çek Kronumuz bittiğinden para bozdurmamız da gerekti. Ancak bizim bozduracağımız büfe 09:30’da açıyormuş, biz de zaman kaybetmeyelim dedik. Bu arada, Prag’da iki çeşit döviz bürosu var; komisyon alan ve almayan. Komisyon alanların bazıları ne kadar Kron alırsanız alın komisyona tabii tutuyor, bazıları da belli miktarın altında alırsanız komisyon alıyor, mesela 1000 Euro’nun altında bozacaksa komisyon alıyor. Bazıları hiç almıyor. Ama hepsinin kapısında “komisyon yok” diye yazıyor; aldanmayın, “net mi?” diye sorun.

Yakınlarda bulunan Musevi Mahallesini şöyle bir dolaşıp,başka bir ofiste para bozdurarak Mucha Müzesi’ne gittik. Ancak müze de saat 11:00’de açılıyordu. Halbu ki bizim edindiğimiz bilgiye göre bu mevsimde 10:00’da açılması gerekiyordu. Öte yandan ilk kez bir müzenin 11:00’de açıldığını öğrendim. Saatin 11:00 olmasına daha 1 saatten fazla olduğu için ilk gün göremediğimiz Prag Kalesi (Prag Castle) içindeki St. Vitus Katedrali’ni ve Petrin Kulesini görmeye karar verdik. Tramvay ile hem şehri görme imkanımız oldu hem de rahatça istediğimiz yerlere gidebildik. Kale için biraz zorlu bir yolu seçmişiz, daha kolay yolu varken. Önce St. Nikolas Kilisesine geldik; oradan yukarı doğru hayli dik bir yokuşu yayan çıktık.Bölgede pek çok konsolosluk gördük, ancak hiçbirinin önünde güvenlik görevlisi ya da polis görev yapmıyordu. Bu uzun mesafeli dik yokuşu tırmanarak Kale bölgesine vardık. Kale bölgesi deniliyor ama ortada kale görünmüyor. 

Burası iç içe bahçelerden oluşuyor. İhtişamlı kapıdan girince ilk önce Cumhurbakanlığı residansı ve çalışma bölgesi görülüyor, tabii ki dışarıdan. Burayı geçince başka bir bahçe içerisinde St. Vitus Katedralinin önüne çıkılıyor. İnanılmaz büyük Gotik bir yapı. Yapımı altıyüz yıl sürmüş. İçerisi buz gibi; dışarıdan da soğuk. 

Aydınlatma hemen her kilisede olduğu gibi loş. Gün ışığının bir kısmını da renkli, dini hikayelerle bezeli vitray çalışmaları emiyor sanırım. Bunların bir kısmını Alfons Mucha yapmış. Katedrale giriş ücretsiz, ancak bu şekilde yarısı gezilebiliyor. Bir yerden sonrası ücretli. İmgelerin, hikayelerin çoğu bize yabancı geldiğinden o kısmı gezmemeye karar verdik.

Kale bölgesinin hemen karşısında bir başka tepe daha var; Petrin Tepesi. Bu tepede Eiffel Kulesine benzerliği ile adını duyurmuş ve bundan kar eden bir de Petrin Kulesi var. Tramvay ile Petrin’e yaklaşıp “funicular” denilen, raylı teleferik diye anlatabileceğim 3 vagonlu bir araç ile tepeye çıkıyoruz. Araç 15 dakikada bir hareket ediyor. Dolayısı ile istediğiniz an dönebiliyorsunuz. Tepeye ulaşmadan önce arada bir durak var. Biz inmedik ama gördüğümüz kadarı ile cafe /restoran tarzı bir tesis var. Hatta Ebru’lar (bir arakadaşım) gittiğinde bir düğün varmış orada.

Petrin Tepesi, ve haliyle Kulesi, şehir manzarasının en iyi görülebildiği yerlerden. Bana biraz Boğaziçi Üniversitesi’nin kış mevsiminde Boğaz’a bakan “Manzara”sını anımsattı. Park var , banklar var. Ses yok. Rüzgarlı ama temiz. Kafa dinleme mekanı.

Tekrar bir tramvaya binerek şehrin içinden gezerek gitmek sureti ile Mucha Müzesi’ne yaklaştık. Saat 13:00 olduğundan acıktık ve müzeye girmeden önce Mc Donald’s da bir şeyler yedik. Bu arada Mc. Donald’s da tuvalet ihtiyacınızı ücret karşılığı görebiliyorsunuz; 5 Kron, yaklaşık 280.000 TL. KFC’de böyle bir uygulma yok. Sonra yürüyerek Alfons Mucha’nın eserlerinin bir kısmının sergilendiği müzeye gittik. Mucha Müzesi tek katlı, oldukça küçük bir müze. 1860-1939 yılları arasında yaşamış Alfons Mucha hakkında çok bilgim olmasa da Art Nouveau çizimlerine hayrandım. Burada bir müzesi olduğunu öğrendiğim an görülecek yerler listeme ekledim. Müze fazla büyük olmadığından bir video gösterisi yapıyorlar. Ona da katıldık, çok güzeldi. 

Müzeden sonra, birinci gün gezerken yine pek bir şey anlamadığımız IV. Charles köprüsüne yeniden gittik. İlk gördüğümüz günkü gibi hayli kalabalıktı. Biz İstanbullular olarak alışkınız ama yine de rehberin ilk günkü uyarısı ‘ “cepçiler”e dikkat!’ kalabalıkta gezerken insanı tedirgin etmiyor değil. Yanınıza bir şey satmak için geldiklerinde bile yapabiliyorlarmış. O yüzden yanınıza gelen satıcılara pek yakın olmayın, hatta geri çevirin şeklinde bir uyarıda bile bulundu. Bu yüzden bir keresinde metroda ilginç bir olay geldi başımıza. Metroda, otobüste ve tramvayda 24 saat boyunca geçerli olan metro biletlerinden aldık. Bu biletleri sadece ilk kullanımda bir kez makineye gösteriyorsunuz, alet tarih ve saati yazıyor, sonra bileti sadece yanınızda taşıyorsunuz. Tam metroda merdivenlerden indik, yoluma genç birisi çıktı- dikildi . Bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum. Elinde parmağına taktığı bir şeyi gösteriyor, ben de bir sağ bir sol yaparak atlatmaya çalışıyorum. O da haliyle önüme çıkıyor. Bahadır hemen beni çekerek kurtulmaya çalışırken birden aklına geldi ve “bilet soruyor” dedi. Meğer genç, sivil metro görevlisiymiş ve suistimal edenlere ceza kesiyorlarmış. Biz de o kadar uyarıdan sonra onu kötü niyetli bir satıcı zannetmiştik.

 

 

Old Town Tower: Charles Köprüsü'nün eski şehir tarafından girişinde bulunan kule

 

Lesser Town Tower: Charles Köprüsü'nin diğer tarafındaki kule

 

IV.Charles Köprüsünden sonra günün geri kalanında ne yapacağımızı düşünmek ve biraz da yorgunluk atmak için hemen yakınlarda bir cafe/restoran’a girdik. Burada 45 dakika kadar oturduktan sonra eski şehiri bir de karanlıkta görmeye karar verdik. Eski şehir, bulunduğumuz yerden ( IV. Charles Köprüsü) yaya olarak 10 dakika mesafede idi. Biz cafede yorgunluk atarken yağmur da yağmaya başlamıştı. Sabah kapalı olan seyyar hediyelik eşya dükkanları da açılmıştı(yanda). Biraz tur attık. Yorgunluğumuz, ne kadar dinlenirsek dinlenelim birikerek artmaya devam ediyordu. Yağmur da yoğunlaşınca metro ile otele geldik, dinlenip yemeğe çıkacağız.

Yemek için yine ilk akşam seçtiğimiz Banquet’e gittik. Hem denenmiş bir yerdi, hem de sevmiştik.