İzmir'e Varış
07/06/2003 Cumartesi günü 07:00 gibi yola çıktık. Eskihisar Topçular iskelesine vardığımızda saat 10.00 gibiydi. Bursa üzerinden yola devam ettik.
Susurluk’a kadar önce bir tuvalet molası verdikten sonra Karacabey’deki molanın ardından 10 –15 dk. sonra çevirmeye yakalandık. Halbuki ne kadar da kurallara uyuyor ve dikkatli gidiyorduk! Bu sebepten ne hata işleyip de durdurulduğumuzu bilemedik. Meğer hız yapmışız. 114 km süratle yakalanmışız. ...
Neyse, bu zorunlu moladan sonra biri Mustafa Kemal Paşa Varan tesislerinde bir tas çorba için, diğeri de Susurluk Ulusoy tesislerinde meşhur Susurluk tostu ve köpüklü ayranı içmek için iki ayrı mola daha veriyoruz.
Sonra yola devam. Zaten fazla kalmıyor sonrasında. Saat 15:00’te İzmir’e varıyoruz. İzmir’e ilk gelişim. Ege’yi ilk kez dolaşacağım. O yüzden ilgi ve merakım artıyor.
İzmir’e girerken ilk Bornova’nın uzaktan görüntüsü karşılıyor dağların arasında. Hep duyardım da görmek lazımmış demek ki, o ilk karşılamanın hüzünlü görüntüsünü. Dağ taş bina esintilerini. Hani şu çarpık yapılaşma dedikleri esinti. İnsanın içi burkuluyor, “İzmir, güzel İzmir” diye bir ses dolaşırken kafamın içinde. Hani aslında pek de yabancı olduğum bir manzara değil ama İzmir ile ilgili ilk görüntünün bu olması belki de böyle hayalkırıklığı yaratan.
Neyse ki İzmir’in merkezine inmek fazla zaman almadı ve kendime geldim. Ama arkada bıraktığım manzara da gerçekti nihayetinde.
Barış’la konuşup nereye gitmemiz gerektiğini soruyoruz. Tarif ediyor: “Karşıyaka istikametine doğru gelin”. Sahil boyunca geçtiğimiz semt Bostanlı. İzmir’in en lüks semtiymiş. Barış’lar burada, Karşıyaka’da oturuyor. İzlenimim çok renkli bir şehir olduğu yönünde.
Barışlarda biraz dinlenip sohbet ediyoruz. Ve ben bu sohbet esnasında İzmir’in meşhur kumrusunun aslında kumru etinden yapılmadığını yüz kızarıklığı ile öğreniyorum. Ama ben ne yapayım, bana yanlış öğreten kızarsınJ 2 saat kadar sonra, dışarıya çıkıyoruz. Bahadır ve ben şu meşhur “kumru”dan yiyoruz. Klasik kumru istememe rağmen karışık dedikleri, içinde dikine ince dilimlenmiş sosis, salam, bol dil peyniri olan, kumru şeklinde sıcak bir sandviç geldi. Ben beğendim doğrusu.
Yeme içme faslından sonra vapur ile Alsancak’a gittik. Vapurlar İstanbul’un eskiyen şehir hatları vapurlarıymış. Valla ben İzmir’in yalancısıyım, ama sanki vapurların isimleri tanıdık geldi. Üstelik tip olarak tamamen aynılar. Burada da Akbil gibi bir sistem var.
Alsancak ve Karşıyaka birbirini sevmezmiş. Ben Alsancak’ı daha bir beğendim sanki. Bazı yerler araç trafiğine kapalı. Rahat rahat gezilebiliyor.
İzmir’in genelinde herkes çok özenli, çok bakımlı. “Güzel” yaşamak kadın –erkek, herkesin yaşam biçimi olmuş.
Biraz gezip sıcaktan hararet basınca Reyhan adlı İzmir’in ünlü dondurmacısına gittik. Dondurmacıda oturmak için biraz beklemek zorunda kaldık, zira çok kalabalıktı. Oturan insanlarda sanki düğünden gelmiş, ya da düğüne gideceklermiş gibi bir hava vardı. Ya da bu onların günlük görüntüsü de olabilir.
Bu civarda tek olumsuzluk ortama hiç de yakışmayan uçuşan ve her fırsatta insanın yüzüne gözüne çarpan sinekler oldu.
Daha sonra Konak’a kadar Kordonboyu’nda yürüdük. Burada da araçlardan uzak rahat bir yürüyüş yaptık. Kordonboyu bir sahil şeridi. Bizim Caddebostan sahilimiz gibi. Ama etrafta bizdeki kadar sportif aktivite göremedim. Yol boyunca restoranlar ve barlar var; önleri açık, denize karşı. Gün batımı güzel izleniyor. Yolun bitiminde Konak Meydanı’na varılıyor. Uzaktan İzmir Saat Kulesi’ni görüyoruz. Ve vapur ile yeniden Bostanlı iskelesine dönüyoruz.
Yorgun argın döndük eve. Akşam yemeği için hazırlık yapmış Olcay. Hayatta yatırmam sizi bu mezeleri yedirmeden diyor. Onlarca çeşit meze yapmış. Rakı sofrası muhabbeti olsun istemişler. Bu gece olmazsa yarın gece yaparız dediler. Biz de sadece 1 gece kalacağımızı söyledik. Ertesi gün iş günü, bunu onlara yapamazdık. Ve bu sayede Olcay’ın nefis mezelerinden yiyerek, hoş ve kıvamında bir rakı sofrası lezzeti tattık.