Güney Ege

Selçuk, Efes

9.06.2003, Pazartesi / Selçuk, Efes

Çok sıcak bir gün. Efes’e vardık; hemen bilet gişelerinin önünde yüksek çamların gölgesine sığındık. Yabancı turiste 15.000.000 TL, yerli turiste 6.000.000 TL gibi ilginç bir uygulamadan faydalandık.

Efes tahmin ettiğimden daha büyük bir alanı kaplıyor. Gün yüzünde olan kısmı tabii bu. Hala çalışmalar sürüyor;örneğin, yamaçevler projesi.

Bu antik kente girer girmez limana inen sütunlu yollar karşılıyor insanı. Tabii şimdi ne deniz, ne kıyı var. Ama öğreniyoruz ki “Kent, önceleri Küçük Menderes ırmağının Ege Denizi'ne döküldüğü körfezin kıyısında ve Panayır Dağı eteğindeydi. Küçük Menderes'in getirdiği alüvyonlar limanı doldurunca dağın güney batı yönüne, Bülbül Dağı yamaçlarına taşınmıştır.”[1]

Sütunlu yoldan kafasını çevirince de insanı heybetiyle hala etkileyen antik tiyatro görünüyor. Sanki kollarını iki yana açmış da sütunlu yoldan gelen insanları kucaklayacakmış gibi karşılıyor.

Ve işte kısa bilgi:[2]

"EFES tarih sahnesine İÖ 7. yüzyıl ortalarında Kimmer saldırısı sırasında çıktı. Sırasıyla Efes'i Lidya Krallığı, Persler, Sparta Krallığı, Persler, Büyük İskender, Bergama Krallığı, Roma Krallığı, Gotlar ve Selçuklular ele geçirmiştir.
Büyük İskender'in İÖ 333'de kenti almasıyla birlikte 50 yıl süren bir refah dönemi yaşanmıştır. Helenistik dönem boyunca EFES çok parlak günler yaşadı. AUGUSTOS döneminde EFES Roma'nın Asya eyaletindeki kentlerin en önemlisiydi. İÖ 1. yüzyılda kent önemli bir ticaret merkeziydi.
EFES ve tapınak 262'de Gotlar tarafından yıkılmıştır. Kent bundan sonra bir daha eski görkemine ulaşamamıştır. Ortaçağ başlarında EFES, artık liman kenti olmaktan çıkmış ve bir düşüş içine girmiştir. 1090 yılında Selçuklular tarafından fethedildiğinde de küçük bir kasabaya dönüşmüştür. 14. yüzyılda kısa süren parlak bir dönem yaşayan kent, daha sonra terkedilmiştir."

EFES'te düzenli kazılar 1895'de Viyana Akademisi üyelerinden OTTO BENDORF başkanlığında başlamış. Bendorf tapınağın batısını ve liman çevresini araştırmış. Avusturya Arkeoloji Enstütüsü adına R.HEBERG'in yürüttüğü kazılarda Agora, Tiyatro, Arcadiyane ve Celsus Kitaplığı  ortaya çıkartılmış.

1. Dünya Savaşı sırasında kazılar durdu, yalnızca Yunan G.A.SOTİRİU, St. Jean klisesinde araştırma yapmış. 1926'dan sonra yeniden başlayan kazılar ve araştırmalar, Avusturya Arkeoloji Enstitüsü adına HERMAN VETTERS yönetimindeki büyük bir ekip tarafından 1988'de sürdürülmüş. Roma yerleşmesinin yoğun ve sürekli olmasından ötürü daha alttaki Helenistik katlara ancak 1960'lı yıllarda ulaşılabilmiş.

Kazılarda Ortaya Çıkarılan Harabeler

St. Jean Kilisesi -İsabey Camisi -Artemis Tapınağı -Vedius Gymnasyonu -Stadion –Bizans Surları -Meryem Ana Evi -Tiyatro Gymnasyonu -Arcediane -Tiyatro -Mermer Cadde -Agora -Celcus Kitaplığı -Schdstikia Hamamı -Hadrianus Tapınağı -Teras Evler -Kuretler Caddesi- Traianus Çesmesi -Domitianus Tapınağı -Çarşı Bazilikası -Prytaneon -Odeon -Lysimakhos Surları -Yedi Uyurlar.

Antik Kent’in bir de tepeden bir girişi varmış. Biz arabayı aşağıya bıraktığımız için- ki yukarıda park yeri de yoktu zaten- şehri aşağı doğru geldiğimiz istikametten yine gezdik. Gözümüzden kaçanları görme fırsatımız oldu. Buradan çıkıp Yedi Uyurlar’ı görelim dedik, gittik ama bir şey göremedik. Yedi Uyurlar efsanesi -Kuran’da da geçmekte olup (Kehf sûresin onuncu âyetinden yirmi yedinci âyetin sonuna kadar)- şu şekilde anlatılmakta:

“İmparator Decius zamanında yaşayan yedi Hıristiyan genç, İmparator Tapınağı’nda yapılması gereken kurban sunma işlemini yerine getirmek istemedikleri için, kentten kaçıp buradaki bir mağaraya saklanırlar. Yedi genç bir süre sonra uykuya dalarlar. Uyandıktan sonra yiyecek almak için kente gittiklerinde, yalnız bir gece değil 200 yıl uyudukları ve Roma İmparatorluğu’nun her yanında Hıristiyanlığın yaygınlaştığını öğrenirler. Durumu haber alan imparator Theodosius II, bunu ‘Resurrection’ yani ölümden sonra insan ruhunun yeniden dünyaya geleceği inanışının bir göstergesi olarak kabul eder. O dönemde bu konunun tartışması kiliselerde yapılmıştır.
Yedi genç öldükten sonra büyük bir cenaze töreni yapılır ve gömüldükleri mağaranın üzerine bir kilise inşa edilir.
1927-28 yıllarında burada yapılan kazılarda, bir kilise ile yüzlerce mezar bulunmuştur. Mezarlarda ve kilisenin duvarlarında kutsal kabul edilen Yedi Uyuyanlar’a hitaben yazılmış yazıtlar vardır. Yedi Uyuyanlar’a mümkün olduğu kadar yakın gömülme arzusu, yüzyıllar boyunca sürmüştür. Azize Maria Magdalene de burada gömülüdür.”
[3]

Öğlen saatini geçmiştik ve acıkmıştık. Kuşadası’na gelirken çevre yolu üzerinde önünden geçtiğimiz Selçuk’un meşhur çöp şiş-ayrancılarından “Yandım Çavuş”’a gidip bu kombinasyonu denemek istedik. Beğendik de.

Yemekten sonra tekrar aynı istikamete dönüp, bir derneğin korumasında ve bakımı altında olan Meryem Ana Evi’ni ziyarete gittik. Bülbül Dağı denen bir dağın tepesinde, yemyeşil bir ormanın, kuş cıvıltılarının içinde bir kilise. Hz. Meryem’in yaşamının son yıllarını burada geçirdiği ve öldüğü söyleniyor. Buraya geliş hikayesi ise şöyle biliniyor: Hz. İsa çarmıha gerilmeden bir süre önce annesini havarisi olan St.Jean'a emanet etmiş. St. Jean Hz. İsa'nın çarmıha gerilişinden sonra onu yanına alarak kaçırmış ve buraya getirmiştir. Bahçesinde aynı yerden akan üç çeşme var. Birisinden zenginlik, birisinden şans, diğerinden sağlık akarmış. Bahadır ortadakinden içti, ben de soldakinden içtim. Ama ne kazandığımızı bilemedik.

O sıcak altında hem koca Efes Antik Kenti’ni hem de Meryem Ana’yı dolaşmak kolay olmuyor elbet. Güneş ve sıcak çarpmasın diyerek dinlenmek amacı ile otele döndük. Ben uyumuşum, Bahadır sızmış. Akşam yemeği için Kuşadası’nın deniz kıyısı mekanlarından birine gittik. Seçmek zor oldu. Biz de deniz kenarı olsun bari diyerek “Çam Restaurant”ı seçtik. Denize yukarıdan baktık. Güzel bir akşam yemeğinden sonra çarşıda dolaştık. Her turistik mekanda olduğu gibi bol bol kuyumcu var. Tabii diğer mallardan satan mağazalar da var. Hem marka hem “markasız” ürünler. Gediğimiz bir Ege ilçesi olur da tarih kokmaz mı? Elbette ki, her yerde olduğu gibi Kuşadası'nda da tarihin izlerini görüyoruz. Çarşının içinde, onca lambanın güçlü ışıkları arasında sur duvarı gibi yükselen, hatta bizim İstanbul'da Kapalı Çarşı'nın girişini anımsatan bir duvar yükseliyor. Burası Osmanlı'dan kalma bir kervansaraymış vaktiyle.

Daha sonra kısa bir yol ile karaya bağlanmış olan Güvercinada'yı dolaştık. Bu adanın tamamını kapatan, kayalıkların üzerinde yapılmış bir kale aslında. İçinde küçük bir orman modeli var zannediyor insan. Bir de tavşan ve ördekler var kafesler içinde beslenen. O cıvıl cıvıl Kuşadası'nın yorucu atmosferinden farklı olarak sessiz ve dingin bir ortam sunuyor ziyaretçilerine.

Yorgun olduğumuz için sınırlarımızı fazla zorlamadan otele döndük.

[1]http://www.kutav.org.tr/efesantikkenti.html

[2]http://www.kutav.org.tr/efesantikkenti.html

[3]http://www.selcuk.gov.tr/indextr.asp?cat=gezgor9