Boston Sokakları
Bugün güneşli ama yine rüzgarlı. Şıpıdık terliklerle ve kısacık şortlarla dolaşanlara söyleyecek söz bulamıyorum. Biz kuzey kutbunda gibi giyinmişken sanırım onlar da bize anlam vermiyor.
Planımızda Cambridge bölgesi var, ve ev sahipliği yaptığı gıpta ile bakılan Harvard ve MIT Üniversiteleri. Kısa bir gezi, haftasonuna denk gelmesi sebebi ile pek hareketli değil. Yine de Harvard’ın Sanat Festivaline denk geldiği için küçük organizasyon hazırlıkları vardı ana kampüste. Harvard bandosunun özel konseri mesela.
Kampüs aslında Harvard Square denen bölgeyi işgal etmiş. Aradan yollar, yayalar vs geçiyor ama bütün bu eski ve kırmızı tuğla binalar Harvard’ın “Hall”ları.
Bir ders yakalasak da çaktırmadan o filmlerde gördüğümüz koca amfilerden birine giriversek diyoruz.:)
Fazla oyalanmadan buradan 2 durak uzaklıktaki MIT’ye geçtik. Bindiğimiz metroda henüz gitmemiz gereken yol olmasına rağmen bir tadilat uyarısı duyduk. Bütün yolcular indi. Ve adım başı bir görevlinin yer aldığı yönlendirmelerle bizleri sıra sıra otobüslere bindirip karadan gidilecek ilgili bölgelerdeki otobüs duraklarında indirdiler. Bu bizim için oldukça sıradışı bir durumdu. Görevliler olağanüstü yardımcı oldukları gibi olay son derece organize bir şekilde halledildi.
Uygun bir durakta inerek Charles nehri manzaralı Fen Bilimleri Binasına yürüdük. İçeride dolaşan insanlar görünce görkemli binanın içine girecek bir kapı bakındık. Sade çim bahçede bir tur atıp gelmiş geçmiş bilimadamlarının adlarının yazılı olduğu binasların kulelerini izleyerek ön cepheye yöneldik. Her ne kadar kapısında “özel mülk; girilmez” yazsa da bu binaya da girdik. Ne soran vaar, ne bakan.
Öğle saatleri; karnımız acıktığından bu binanın tam karşısındaki yine MIT’nin faaliyet binası içindeki kantinden gelen kokulara burnumuz kayıtsız kalamıyor. Dükkanı açık olan seçeneklerden Japon büfesini seçip ihtiyacımızı gideriyoruz. Mantık kantin mantığı ama fiyatlar hiç de öyle değil!
Buradan ayrılınca hemen oracıktaki duraktan 1 no’lu otobüse binip 3 durak giderek Back Bay civarında bir durakta indik. Birbirine sırtlarını dayamış kahverengi Boston evlerinin Amsterdam’daki kanal görüntülerini aratmayan güzellikte bir bölge.
Massachusettes Avenue üzerinden yürüyek şehir turuna devam ediyoruz. Karşımıza meşhur Boston Senfoni orkestrasının hall’ü çıkıyor. Biletler tükenmiş.
Boston Senfoni orkestrasını gördüğümüz noktadan (aynı zamanda pek ihtişamlı kilise First Church of Christ’tan) saparak Copley Meydanına ilerliyoruz. Genel şehir dokusunun üzerine heyula gibi çöken devasal bir iş ve alışveriş merkezi Prudential Center’dan pek hoşlanmadım. Dışarıdan görüntüsü bile acaip.
Bizim birinci meclis binamızı andıran mimaride Boston Halk Kütüphanesi çok dikkat çekici. Camların altında sanat, bilim, din, devlet yönetiminde usta olan kişilerin adları yazılı. Bir kitap kaynağı olmaktan öte bu kütüphanede teknoloji ve bilgisayar dersleri veriliyor.
Bu sempatik binanın hemen karşısındaki Copley Meydanı’nda 19.yy’da yapılmış ancak çok daha eskiymiş gibi görünen küçük bir kilise. Bir evlilik töreni hazırlığı yapılmakta olduğundan ziyaretçi almıyorlardı. Bunu fırsat bilerek yürümüş olduğumuz yolun yorgunluğunu bu medandaki banklarda oturup etraftaki bu güzel binaları seyrederek atıyoruz.
Şehrin ortasında halka nefes aldıran kocaman bir park olan Boston Commons (1837’de açılmış) çok yakınımızda. Yürüyerek oraya geçiyoruz. Yapay göletleri, kayıkları olan çimlere yayılmakta mahsur olmayan etrafı banklarla çevrili güzel bir dinlence alanı.
Parkın doğu tarafından yürüyerek ülkemizde de beğenilerek izlenmiş bir dönemin unutulmaz dizisi Cheers’a ilham veren Cheers adlı barın orjinalini göreceğiz. Parkın kuzey ucu ile karşı karşıyalar. Dizideki bar ortamı ile alakası yok ama sahibi kim ise epey bir ticarethane olmuş. Dizide oynayan Kelsey Grammer hatırına Cheers’ı da görmüş olduk. Az daha yürüyerek Starbucks’tan yorgunluk kahvesi alıp parka tekrar giriyoruz ve bir bankta oturup akşam güneşinin son demlerinin tadını çıkarıyoruz.
Akşam iyice yüzünü göstermişken Freedom trail izlerini takip ederek şehir merkezine geliyoruz.
Suffolks bölgesinde Suffolk üniversitesinin arkasına düşen bir yerde yüksek binaların arasında küçük bir park alanı yaratılmış ve buraya İrlanda halkının açlıkla başbaşa bırakılışının ve bu dönemde hayatlarını kaybedenlerin anısına bu göçün 150. Yılında 1998’de bir anıt dikilmiş. Çok etkileyici bir dille anlatılan hikaye tabletleri bu anıtın da sınırlarını oluşturuyor:
Bu olaylar zinciri 1845 yılında bir tür mantarın İrlanda halkının en önemli besin maddesi olan patateslerin dibine darı ekmesi ile başlıyor. İrlanda’yı o zamanlar yöneten Britanya İmparatorluğu’nun da umursamazca halkın elindeki tahıla el koyması ile 1850’lere kadar süren bu açlık hikayesi 8,5 milyon nüfuslu İrlanda’da 1 milyonun üzerinde insanın açlıktan ve hastalıktan ölmesine, 2 milyon insanın da Amerika’ya göç etmesine sebep oluyor. Başarabilenler öyle uygunsuz gemilerle şanslarını denemek zorunda kalmışlar ki bunlara “tabut gemiler” diye ad takılmış. O kadar çok insan denizde ölmüş ki şair John Boyle O’Reilly bu insanların hayatlarını kaybettikleri Atlas Okyanusu’na “gözyaşı kasesi” şeklinde benzetmede bulunmuş. Her ne kadar göçten sonra Boston’da yakın ilgi ile karşılaşmasalar da çok çalışarak kendi alanlarında başarılı isimler çıkartmışlar. Başkan John F. Kennedy de göç ile gelen İrlandalı bir ailenin mensubuymuş.
Bu dokunaklı hikayenin ardından Fenuil’e gidiyoruz yine akşam için. Önceki günlerde gözümüze kestirdiğimiz isim yapmış yerlerden birisi olan McCormick & Scmick’s ’teyiz. Boston’ın ayırt edici özelliklerinden birisi de deniz ürünleri; özellikle de ıstakoz. Bunu deneyecek mekanlardan birisinin burası olduğunu düşünüyoruz....Time to get cracking! ;-)