Londra

Westminster, London Eye, Houses of Parliament, Tower of London, Tower Bridge, The Monument

11.02.2003 Salı, 3. Gün

Bayramın birinci günü. Bahadır İngiltere saati ile 7.30’da kahvaltıdan gelince anne-babaları aradık, bayramlaştık. Sonra ben kendi kendime kaldım yine.

Dışarıda hep yağmur yağıyor, ince ince ama sık sık. Ahmakıslatan derler ya, o cinsten. Dışarıda ilk işim Paddington istasyonunun karşısındaki “bakkal”lardan birinden bir Londra kartı alıp postaneden bir arkadaşıma postalamak oldu.Tam kartı yazmayı tamamlamıştım ki Hintli adamın biri yanıma koşarak gelip, lütfen şu formu doldurmam konusunda bana yardımcı olur musun, dedi. Gözleri görmüyormuş. Baktım bir sayfacık bir şey, iyi bari dedim. Meğer bu form, adamın araba satınalma işlemi ile ilgili imiş. Elinde başka bir form var, bana ordan bilgilere bakıp yazmamı söyledi. Bazı soruları anlamadım, o kağıtta da cevabı yoktu. Bunu bir İngilizden yardım alarak doldurtsaydınız daha iyi olurdu dedim. Velhasıl, adam beni İngiliz sanmış. Neyse elimizden geleni yaptık.

O gün için esas plan Marylebon’dan Hyde Park Speaker’s Corner'a gitmek, biraz park havasından sonra da Buckingham Sarayı’na gitmekti. Mevsim itibariyle Saray  turizme açık değildi ama oralara gidip de dışarıdan da olsa görmemek olur mu?  Ama Metronun Central Line’ı iptal olunca aktarma yapamadım, otobüse bineceğim diye de kayboldum.  Hava da zaten soğuk ve yağışlıydı. Bu sebeplerden ötürü Bahadır’ın da önerisine uyarak Westminster’a gittim. İndiğim metro istasyonunun hemen arkasından Big Ben yükseliyordu. Ben, çalan çanın adıymış. Adını da 1858 de yapımı bittiğinde orada çalışmakta olan Benjamin isimli birisinden almış.



Houses of Parliament

Karşı kaldırıma geçip biraz daha uzaktan bakayım dedim. Big Ben ve Houses of Parliament  bir bütün zaten. Big Ben’in hemen yanında alabildiğine uzanan bir bina Parlamento. Mimarisi neo-Gothic, 1840'larda yapılmış. Estetik bir görüntüsü var. Her ne kadar solgun, pastel bir sarı da olsa rengi, Thames’in bulanık sularını renklendiriyor. Tam görebilmek amacıyla hemen önündeki Westminster Köprüsü’nden karşı yakaya, Lambeth’a yürüyorum, arada arkama dönüp bakarak tabii. Bu görüntü çok daha hoş.


Lambeth'de Millenium Wheel (Milenyum Tekerleği) dedikleri London Eye var. Bu, kocamaaaan bir dönme dolap. Camdan gondolları var. Londra’yı açık havada 25 mil uzaklarına kadar görebilmeyi mümkün kılan bir dönme dolap. İlk yapıldığında 2005’e kadar orada tutulup sonra başka bir mekana taşınması öngörülmüş. Ancak, bol bol turist çekiyor. Yeri değişir mi bilemiyorum.


Aynı köprüden geri dönüyorum, köprünün ucunda Big Ben’in karşısında seyyar bir hediyelik eşya satan adam var. İlk Londra anılarımı buradan alıyorum. Buzdolabı süs mıknatıs. Bu adamlar pazarlığa çok açık değil.

Alışverişimden sonra Parlamentonun hemen arkasında Westminster Abbey’ye geçiyorum. Westminster Abbey, Londra’nın üç “Dünya Mirası"ından birisi. Etrafındaki binalar da ikincisi.  1066’da William the Conqueror’dan bu yana tüm kral/kraliçeler burada taç giymişler, Edward V ve VIII hariç. 1272’de ölmüş III. Henry’den 1760’da ölmüş II. George’a kadar hemen bütün hükümdarlar buraya gömülmüş. 1820’de III.George’tan sonra bu gelenek kalkmış. Bu katedralde hükümdarlar haricinde ünlü edebiyatçılara da yer ayrılmış. Burada W. Shakespeare, Edmund Spenser, Robert Browning anıtları ve  C. Dickens, Lewis Carrol, Rudyard Kipling, Henry James’in mezarları da bulunuyor.


Ben katedrale giremedim çünkü çok sıra vardı. Tekrar metroya binerek Tower Hill durağında indim ve Tower of London ziyaretinde bulundum. Tower of London, Londra’nın  “World Heritage Sites” ından üçüncüsü. Zaten 3 taneymiş. Bu yapıtın en etkileyici bölümleri mücevherlerle bezeli kraliyet taçları ve zırhlar olup en tüyler ürpertici kısım da Anne Boleyn ve Catherine Howard’ın idam edildiği yerdi.  Burayı gezdiğim gün hava zaten kasvetliydi, buna bir de kulelerin kasveti eklendi. Tower dendiğine bakmayın, buraya bence şato demek daha uygun olurdu. Gerçi burası bu denli büyük olacak şekilde planlanmamış. Zaman içerisinde sürekli eklemeler olmuş. 1078’de ilk taşı konulmuş.



Orta çağda bu kuleler ve daha sonra eklenen bölümler kralların ikametgahı olmakla kalmayıp, darphane, hazine, cephanelik, silah deposu ve de hapishane olarak kullanılmış. VIII. Henri döneminde hapishane olarak popüler bir şekilde kullanılmış; Thomas More, Anne Boleyn, aklımda kalanlar. Bir Bloody Tower var ki adı bile yetiyor. Kule adını V. Edward ve kardeşinin burada öldürülmesinden alıyormuş. Bu kule,  Sir Walter Raleigh’nin hapsedildiği ve “History of the World” eserini yazdığı yer. Bir oturma odası var, masası, yazı takımları. Bir de yatak odası. Daracık koridorlu, daracık merdivenli, karanlık, iç karartıcı bir yer.
Bu “şato”nun bir de ünlü “raven”ları var; yani kuzgunları. Karganın kopyası tipi olan ancak ondan çok daha büyük olan çok çirkin bir kuş.  17. yyda bu kuşlar o kadar çoğalmış ki, birileri onları öldürmeyi önermiş. Ama bu noktada akıllarına şu rivayet gelmiş: “eğer bir gün bu kuzgunlar şatoyu terk edecek olurlarsa White Tower çökecek ve İngiltere’nin başına felaketler  gelecek”. II. Charles bu rivayete onları yoketmeyecek kadar inanırmış. Fakat sonuçta bir çözüm bulunmuş; kuzgunları belli sayıda sınırlı tutmak. Bir de kanatlarına uçamamaları için klipsler takılmış.


Burayı gezdikten sonra bir de arka tarafına denk düşen meşhur Tower Bridge’i görmek istedim. 1894’te yapılmış. En ilginç özelliği, gemilerin geçebilmesi için, köprünün, bir mekanizma ile kaldırılabiliyor olması.

Bu civardan ayrıldıktan sonra saat 16:00 civarı, tüm yorgunluğuma rağmen, The Monument’ı görmeye gittim. Bu anıt, 1666’da Büyük Londra Yangını’nda ölenlerin anısına dikilmiş 60.6 metre yüksekliğinde bir sütun. 60,6 metrenin şöyle bir ehemmiyeti var; bu, yangının çıktığı fırına uzaklık. Sir Christopher Wren tarafından dizayn edilmiş. 1677de de dikilmiş. O zamanalar mutlaka müsait bir alanmış ama şimdi maalesef modern binaların  arasında bir yerlerde sıkışıp kalmış. En tepelerde yine şehrin manzarasını seyretmeyi mümkün kılan bir balkon ayarlanmış.

Yorgunluk devam ediyor etmesine, ama ben yola devam ediyorum. Embankment durağından aktarma ile Charing Cross durağına, yani Trafalgar Square’a gidip Nelson’s Column’ı gördüm. Manzara bir taraftan Houses of Parliament & Big Ben’i diğer bir açıdan da National Gallery’yi içine alıyor.  Konu ile ilgili resimleri ilerideki sayfalarda görebilirsiniz.

Nihayetinde otele dönüş yolculuğu. Geldiğimde Bahadır odadaydı. Akşam yemeği için biraz dinlendikten sonra Piccadily’ye gittik. Piccadily cıvıltılı bir yer. Kanatlı küçük bir melek olduğu için Eros gibi algılanan ama aslında Hristiyan Yardımlaşması gibi bir anlam taşıyan ünlü bir heykeli var. Büyük aramalar sonunda Garfunkel adlı bir mekanı seçtik. Londra’nın sanıyorum en yaygın restoran zinciri Garfunkel; nereye gitse en azından bir şube görüyor insan. Menüyü uzun uzun inceledikten sonra balık konulu birer yemek seçtik. Londra’da yemek yemek sadece karın doyurma amaçlı olduğundan fazla beklenti içine girmemek gerekiyor. Fakat yine de insan “amma da çeşitlilik gösteriyor İngiliz mutfağı” diye tiye almaktan tutamıyor kendini. Bize servis veren, İngiliz olmadığı her halinden belli olan bayan garsonumuzla kısa bir sohbetimiz oldu. Beğendiniz mi yemeği diye sordu.  Biz de İngiliz yemeğini pek tutmadığımızı ifade edince o da başladı konuşmaya. O da beğenmiyormuş. Üç ay öncesinde yine burada bir Türk müdür olduğunu, onun da bu yemeklerden hoşlanmadığını ve yemediğini anlattı bize. Bu hikayeyi niye mi yazdım? Değişik anlamlar çıkabilir.  Hizmet sektöründe hep başka milliyetten insanların çalışması, İngiliz yemeğinin hangi restoranda olursa olsun ne kadar kötü olduğu gibi..Ama vurgu tabii ki yemekte..O çok yağlı ve yağı kokan yemeklerde... öyle ki o sokaklar bile yağ kokusuna bulanıyor, özellikle geceleri....