Yunan Adalari


Girit-Doğu yakası: Knossos, Agia Nikolas, Sitia, Heraklion

30 Ağustos 2011 Salı, 7. Gün/ Girit, Knossos, Agia Nikolas, Sitia, Heraklion

Bir Ege/ Akdeniz haritasına baktığınızda sol kolu ile Yunanistan’ın Mora Yarımadası (Peloponnese/ Peloponez), sağ kolu ile ülkemizin Datça Yarımadası’na kucak açıp onları bağrına basacak bir bereket tanrıçası izlenimi veren, Ege Denizi’ne serpiştirilmiş diğer adalar gibi herhangi bir adalar topluluğuna ait olmayacak kadar büyük bir ada Girit Adası.

Avrupa ile Asya’yı deniz yolları açısından kavuşturan Ege ve Akdeniz’in kesiştiği bir kavşak noktasında olması, Avrupa’nın tarihlenen en eski yerleşik medeniyeti Minos uygarlığı ile başlayıp Doğu Roma, Abbasi, Venedik, Osmanlı kültürleri ile harmanlanmış tarihi ve doğal zenginliğin ördüğü bir ada. Büyüklüğüne göre vakit ayıramadık ancak elimizdeki imkanlarla en fazlasını görebilecek şekilde gezmeye çalıştık.

1212’den itibaren 400 yıl Venedik idaresinde bulunan adada uzun yıllar süren pek çok ayaklanma çıksa da halk çok büyük bir kültürel, sanatsal ve ekonomik bir ivme yakalamış. Elbette ki 14. yüzyılda İtalya’da başlayan ve kültürel devrim olarak nitelenebilecek Rönesans hareketi. Sanatın heykel, resim, edebiyat gibi her alanını, politikayı, bilimi, dine bakışı derinden etkileyen bu dönemde Girit bir Venedik adası olarak bu akımdan doğrudan etkilenmiş. Gerek adanın Venedik kökenli yöneticilerini Girit’te yaptırdıkları eserler, gerekse adadan Venedik’e giden sanatkarların edindikleri bu kültürel donanım ve yaşadıkları başkalaşım ile Girit farklı bir boyuta geçmiş.

Bu konudaki tek bağlaç Venedik idaresi değil elbette. Rönesans döneminin her disiplinde çalışan bilim adamları, Latin ve antik Yunan edebiyatı, tarihi, felsefesi, bilimi, politikası ve sanatına büyük bir özlemle yakın ilgi duymuş, bu dönemin inceliklerine vakıf olmaya çalışmış ve feyz almış. Antik Yunan geçmişi olan bu adanın Rönesans’tan etkilenmesinin bir diğer bağlacı da bu tarihi bağ olsa gerek. Böylesi bir etkileşimin yüzyıllara nam salmış ünlü bir portresi de Girit doğumlu, El Greco lakaplı ressam Doménikos Theotokópoulos (d.1541 –ö.1614).

Osmanlılar, Hanya’yı 13.yy’dan başlayarak yöneten Venediklilerden 2 ay süren bir kuşatma ile 1645’te, Rethimno (Resmo)yu 1646’da, Kandiye’yi ise 24 yıl süren bir kuşatma ile 1669 yılında idaresi altına almış.

Okuduğum kaynaklarda Osmanlar’ın yaktığı yıktığı anlatılsa da bugün o döneme ve Osmanlı kültürüne ait kullanılır durumda ne kadar yapı kaldığı büyük bir soru işareti.

Girit için gerekli vakti ayıramadık, ancak kuzey sahil boyunca gezebildik.

Kaynak:http://www.greeka.com/crete/

Bugün plan araba kiralayıp kuzey sahil şeridi boyunca, Heraklion’un doğusundaki önemli noktaları gezmek.

Sabah 8.30’da kaldığımız otele pek yakın, ünlü 25 Ağustos caddesine geliyoruz. Turistik bir cadde olduğundan, önce, bir sonraki durağımızın deniz taşıtı biletini alabileceğimiz ve sonrasında da araba kiralayabileceğimiz bir acente bulabileceğimiz ümidi ile dolanıyoruz. Mekanlar, dükkanlar yeni yeni açılıyor.

Bir yandan kahvaltı mekanı ararken önümüze çıkan Bluestar acentesinden Atina Pire Limanı’na biletlerimizi alıyoruz. Ardından o saatlerde açılmış tek tük uygun mekanlardan ( ve Girit’te & Atina’da bir zincir halinde çalışan kafelerden) olan Everest’te krosan, börek ve çay ile kahvaltı işini hallediyoruz. Kahvaltının ardından geldiğimiz cadde üzerinde geri dönüp aracımızı da kiralıyoruz: Hyundai Atos. Kuş kadar araba. Tam bize göre. Rol dağılımı; bendeniz yine pilot, eşim yardımcı pilot. İstikamet Heraklion’un doğusu.

Önce yerlere göklere koyamadıkları antik kent Knossos’tayız. Şaşkınlık ve hayal kırıklığı karışık duygular içindeyiz.

Knossos, özellikle Girit adasında ortaya çıkıp zamanla çevre adalarda M.Ö. 27 ve M.Ö.15. yüzyıllarda tunç devri boyunca hüküm sürmüş Minos uygarlığının kurduğu tepeye kurulu -Girit'in en büyük- sarayı etrafına kurulup genişlemiş bir yerleşim. Çok eski olmakla birlikte çok uzun zaman da toprak altında uyuyan bir dev olarak saklı kalmış- taa ki 20. yüzyılda Arthur Evans adlı bir Brit arkeolog gelip bu yerleşimden kalanları kendince yorumlayıp restore edene kadar.

Açıkçası bu ören yerinde dolaşıp zaman kaybetmektense, buradan çıkartılmış ve İngiltere’ye götürülmemiş, Heraklion’daki müzede sergilenen bazı sanat formlarını görmeniz daha anlamlı olabilir. En azından Bay Evans’ın hayal gücünün ürettiği bir takım yapıları görmek yerine Minosluların elinden çıkma ya da o devirde yapılmış bir takım kalıntıları görmek bence daha değerlidir.

Ören yerinde gezdiğimiz bazı noktalarda duvarlardan sökülmüş freskoların yerine yapılmış yenileri ve bazılarının fotoğrafları bana Aztek ve Maya sanatını, imgelerini anımsattı. İlginiz varsa kesinlikle o müzenin izini sürün derim.


Evans'ın yaratıcılığının eseri sözde Knossos kalıntıları ve asılları İngiltere'ye götürülmüş freskolar

 

Agia Nikolaos, Knossos’tan sonra daha doğuya doğru sıradaki durak. Sadece merkezde turluyoruz. Girit’in turizmi açısından St. Tropez gibi görülse de “o kadar da değil” diye bir tabela asasınız gelir. Heraklion’un doğusunda kepçe gibi bir körfezin içinde kalıyor. En ilginç tarafı, cafe ve restoranlarca çevrili olduğundan, etrafında pek bir hareketlilik olan gölü. Bu göl aslında denize pek yakın ve dar bir geçitle bu denizden besleniyor. Lakin çok temiz bakmışlar; göl değil de içinde balıkların oynaştığı bir havuz gibi adeta. Bunun dışında bir de tabii plajı var. Oraya kadar gitmedik doğrusu. Ne sabah ne de öğlen vakti. Liman tarafında, denize bakan bir kafede oturup portakal suyu içiyoruz. 45 dakikalık bu molanın ardından doğuya devam.

 

Sitia, Girit’in ana karayolunun vardığı en doğu nokta. Basit yolların gittiği biraz daha doğusu var ama bizi çeken bir şey yok. Ayrıca bu deli şoförlerle karanlıkta o dağ virajlarını gitmek istemeyiz. Plajı olmakla birlikte çok durağan, boş, hatta bomboş, bir elin parmakları kadar turist gösterebileceğiniz ( o da bizdik!) bir sayfiye havasında. Turizme bel bağlayamayacağından olsa gerek tarım, ticaret ve endüstri ile geçimini sağlamaktaymış. Yine yüzü denize dönük bir cafe’de oturup salata, meyveli yoğurt, tost ve soda ile öğlen yemeği işini hallediyoruz.

Dönüşe geçiş saati 15.53. Aya Nikola’ya yaklaşırken Girit’in hakkı kalmasın, burada da yüzelim diyoruz ama bütün anlam ifade edebilecek beach sapaklarını aklını yitirmiş sürücüler yüzünden kaçırdığımdan adını bile bilmediğim saçma sapan, yosun tutmuş kayaların olduğu bir yerden girmek zorunda kaldık. Sakatlık çıkacak korkusu ile ben çabuk pes ettim. Yarım saatlik bir molanın ardından yola devam.

Girit ile ilgili aklımdan çıkmayacak bir detay varsa o da yüreğimi ağzıma getiren deli sürücüler. Ne hız limiti ne başka trafik kuralı! “Doğma büyüme” İstanbullu bir sürücü olmama rağmen, Kaş-Antalya arasındaki yol gibi bir yolda, olmadık yerde sollayıp deli gibi gitmenin ne anlamı var bilemiyorum.

Heraklion’un doğu kolu boyunca gördüklerim çerçevesinde söyleyebileceklerim, Girit’in çok umut bağladığım ama bir türlü elektrik alamadığım bir ada olduğudur. Bu konuda şaşkınlık içerisindeyim. Girit’e, duyduklarım ve okuduklarımla, pozitif ayrımcılık yaparak gitmeme rağmen daha limandan inerken bile bu heyecanımı kaybettim. Bakalım Heraklion’un batı kanadında neler hissedeceğim.

Heraklion merkezde her şey üst üste binmiş gibi; karışık. Turistler ve yerli halkça popüler bulunan birkaç hareketli merkezi, belli bir alışveriş meydanı var. Diğer yandan hiç ummadığımız ara sokaklarda veya meskûn mahallelerde İtalyanların trattoria’larına benzer küçük ama şık restoran ve kafelere denk gelebiliyorsunuz.

Sokaklarda fink atan çok sayıda motosikletin, yüksek apartmanlarla çevrili, dar sokaklarda eko etkisi yapan patlak egzost sesleri sabah aynı saatte insanı çalar saat gibi uyandırmakla kalmıyor, gün boyu aynı sinirsel rahatsızlığı vermeye devam ediyor.

Şehrin ara sokaklarında inadına yaşam mücadelesi veren yasemin kokuları ne yazık ki tek arabalık dar sokaklarda hüküm süren egzost kokularına yenik düşmüş.