Kos Şehir Merkezi ve İstikamet Rodos
Bugün Kos merkezinde detaylı gezi yapacağız. Sıcağa kalmayalım, erken kalkalım desek de önceki günün uykusuzluğundan etkileniyoruz azıcık. Otelimizin hali belli olduğundan kahvaltıdan yüksek beklentilerimiz yok. Her zaman dışarıdan takviye fikrine açığız.
Masaya oturunca, otelin sahibi önceden hazırlanmış tabakları eline alıp geliyor; çay mı kahve mi soruyor. Biz başladıktan bir süre sonra elinde kupası ile yaklaşırken, demek İstanbul’dansınız diyerek, sohbete temel atıyor. Biz sormadan kendisi anlatıyor; İstanbul’a gitmedim ama İzmir’e gittim. …Diğer masalarda başka ülkelerden konukları bulunmakla birlikte bizimle, biz otelden çıkana kadar, sohbeti sürdürmesi başka bir şeyin göstergesi gibi geldi bana. Türkiye ve Türkler hakkında epey bilgi sahibi. Türk siyasetini ve Yunanistan ile Türkiye arasındaki olan biteni iki taraflı takip ediyor. Diş hekimi, doktor, avukat, pek çok Tük misafir ağırladığını söylüyor, ekliyor: “okumuş olmak çok güzel! İnsanlar ‘free mind’ oluyor. Uzun zamana barış içinde yaşamışız, neden şimdi olmasın diye sorguluyor. Askeri sebeplerle karşılıklı harcanan paraya acıyor; sadece havalanan bir uçağın yakıt maliyetinin saatte 3000$ olduğuna kafa yoruyor. Ülkedeki işlerin kötü gidişinden, kendi işlerinin kötü gidişinden, Avrupa Birliği’nden de dert yanıyor. Uzun zaman önce televizyonda bir gezi programında izlemiştim. Yunanlı esnaf içi yanmış gibi, “Siz şimdi AB’ye girmek istiyorsunuz. Biz de bir zamanlar istiyorduk. Girdik, her şey altüst oldu” diyordu. Bunu soruyorum kendisine, sen ne düşünüyorsun, diye. Evet, oluyor cevabı. Çok basit bir örnek veriyor: “Euro’ya geçiş öncesi 1 Drahmi’ye aldığın şey, kısa yoldan köşeyi dönelim diyenler yüzünden birden ertesi gün 4 € oldu. Aynısını 2€’ya aldığın bir ürünün aynısı burada 4€’dan satılır oldu. Soruyorum gelen Alman’a, neden böyle. Alman da demiş ki, çünkü siz alıyorsunuz!”. Bunu anlatıp gülüyor. Anlattığı bazı şeyler o kadar tanıdık ki. Türkiye’nin dışarıdaki duruşu ve görüntüsüne yönelik algısı ilginç geldi. Dış meselelerde çok dik duran bir Türkiye var, 20 yıl önceki Türkiye gibi değil, diyor. Ekonomik olmasa da (!) politik olarak güçlü bir ülke Türkiye diyor. Kendi politikacılarını hortumcu ve dolandırıcı olarak niteleyip kötülüyor.
Adını soruyorum, Vasili diyor. Biliyoruz biz bu adı diyorum. Benimkini soruyor, Asuman, diyorum. Farsça bir isim diye ekliyor Bahadır. Çok kelime almışız birbirimizden diyor; kasap ve manav kelimelerini Türkçe’den aldıklarını söylüyor. (Zaten menüleri görseniz aklınız şaşar) Laf buraya gelince espri olsun diye soruyorum, “ Bre Vasili, baklava kimin ola?” Bir aaaahh çekiyor, o mesele. Aynen sevgili eşimin hep söylediği gibi, bize bakıp didaktik bir tavırla “Baklava bir Arap tatlısıdır” diyor:) Yaaaa, beklemiyordunuz değil mi? :) Sonra açıklamaya çalışıyor; sizin baklavanız ile bizimki çok farklı, diye.
Bunu anlatırken zorlanacağını anlayınca, oturun iki dakika, bekleyin diyor ( biz bu sırada kahvaltıdan kalkmıştık aslında ). Yahu dur, getirme etme desek de nafile, elimizden çoktan kurtulup 3-4 dakika içinde bir pastane kutusu ile beliriyor. Şeffaf pastane poşetinden gördüğüm yüksekçe bir kutu. “Ye, farkı anla” diyor. “Vasili saat 10:00 yahu diyorum”. “O zaman yanınızda götürün, size aldım ben bunu” diyor. Bize bir tane yeter diyorum, tadımlık. Yok diyor illa, sizin o. Ayıp olacak, poşeti aralıyorum...15 cm derinliğinde bir kutu içinde 10 cm kalınlığında bir baklava (!). Bizim dilim boyutlarımızla bir benzerliği yok. Üçgen gibi kesilmiş. İçi badem dilimli. Şurubu karanfilli, üzerine azıcık antepfıstığı koklatılmış...Alakası yok arkadaşlar; politika uğruna bir Arap tatlısını paylaşamaz olmuşuz... Tadına baktıktan sonra, enerjimizi verecek pek çok şey dururken kelimeler ve isimler üzerine tartışmanın ne lüzumsuz olduğunu konuşuyoruz.
Akşam feribota bineceğimizden çantaları otel resepsiyonunda emanete bırakıp feribot saatine kadar Kos’ta görülesi yerleri detaylı gezme planımızı uygulamaya koyuyoruz. Hepsini hiçbir araca binmeden yürüyerek gezme imkanınız var. Tek sorununuz sıcak hava ve öğlen saatlerinde maruz kalacağınız dik inen güneş ışınları olacaktır.
İlk olarak güneş çok yükselmeden, liman bölgesindeki Saint John şövalyeleri tarafından yaptırılmış 16.yydan kalma kaleyi geziyoruz. Zamanında Osmanlı saldırılarına karşı korunma amaçlı yapılmış bu kalenin içinde de bir şey yok ama güzel manzara izleniyor.
Kaleden Turgutreis'e bakış |
Yine kale bölgesine pek yakın, o kocaman korumaya alınmış Hipokrat Ağacı altında Hipokrat’ın öğrencilerine eğitim verdiği söyleniyor.
Hipokrat ağacının arkasında 1786'da Gazi Hasan Paşa tarafından inşa ettirilmiş Hasan Gazi Camii ve büyücek bir Osmanlı çeşmesi var. Binanın taşları farklılıklar gösteriyor; çeşitli antik kalıntılardan faydalanıldığı düşünülüyor.
Ziyarete kapalı Hasan Gazi Camii |
Hasan Gazi Camii'nin hüzünlü penceresi |
Pek bir şey kalmamış Dionysos Sunağı ve tapınağı önünden geçerek Casa Romana- Roma Evi’ne gidiyoruz. Kos’ta görülmeye değer yerlerden birisi. Ciddi bir müze görüntüsünde olsa da giriş için ücret ödenmiyor. Önce açıkhavada bir mahalle geziyorsunuz. Elbette yıkılmış evler ama biraz Pompei kalıntılarını hatırlatır nitelikte kısmen ayakta kalan ev bölümleri ve benim hayranı olduğum- yatay olduğu kadar dikey kullanımını da ilk kez burada gördüğüm, pişmiş topraktan yapılma altyapı kanalları, giderleri, şömineler…bazı detaylar hakikaten hayranlık uyandırıcı. Açıkhavada bu küçük yerleşimden kalanları gezdikten sonra aynı yerleşkede göze çarpan hangarı andıran bina içerisinde de korumaya alınan bir Roma Evi mevcut. Görünen hali milattan sonra 3.yy’dan kalan bu evin gösterişi, sahibinin ne kadar varlıklı ve itibarlı olduğunun ipuçları da hemen veriyor. Yüksek tavanlı ve iç içe avlulara açılan bu evde kaç oda olduğunu sayamadım bile (ama okudum :) bir kaynakta 26, diğerinde 37 odalı, 3 havuzlu). Bazı oda duvarlarında kısmen fresk kalıntılarının olduğu, tabanları elden geldiğince mozaik süslemeli, iç avlularından birinde çok estetik bir kuyusu ve diğerinde de havuzu bulunan, kileri, yine iç avlulara bakan çepeçevre üst katı da olan muhteşem bir “villa”. Zamanının en güzel yerinde (odeon, Dionysos ve Athena tapınaklarına komşu olacak şekilde ) inşa edilmiş kagir bir Roma evi.
Kısa bir yürüyüşle aynı istikametteki Odeon’a giderken yolun karşısında, merdivenlerle çıkılan dar bir sokağın üst noktasında, eskiliğinden heybet almış bir minare gözümüze ilişti. Hemen yolun karşısına geçip, yaklaştıkça o öğlen sıcağında gözümüzde iki katı uzayan merdivenleri çıktım. Bir çarşı ortasında tavernalarla ve marketlerle çevrelenmiş camisi olmayan bir kısa minare ile karşılaştım; Eski Cami’nin minaresi. Dibinden güller bitmiş arka yüzünde, mermer üzerinde Arapça duası duran…Ağlamaklı, hüzünlü tanıştık.
Çok oyalanmadan 5 dakika mesafede, Roma evinin güneybatısında kalan vaktiyle müzik yarışmaları ve gösterilerin yapıldığı küçük Odeon’a devam ettik. Milattan sonra 2. Yy’da yapılmış. Etrafta başka arkeolojik siteler var. Görkemli evlerin civarlarında bulunduğu belirtiliyor. Şu anki durumuna getirilene kadar bir hayli restorasyon görmüş, hala etkinlikler yapılabilen bir mekan olmuş.
Buradan ayrıldıktan sonra hemen karşısında kalan, ücretsiz bir açıkhava müzesi niteliğinde, adı tabela ve belgelerde (Batı) Arkeolojik Site olarak geçen antik agoraya giriyoruz. Aslında, şehrin bu kısmında bir ada gibi kalan antik siteyi ziyaret ederken aynı zamanda eski şehir merkezine de tepeden inen kestirme bir yol kullanmış oluyorsunuz. Burada üstü bir çatı ile örtülmüş, sonuçları Truva Savaşı’na yol açmış “Paris’in Kararı”nı anlatan büyük bir taban mozaiği bulunmakta.
Siteden çıkış güncel ve sakin bir mahallenin ortasına. İlk fırsata bir market bulup büyük bir şişe su alıyoruz. Merkez çarşıya yaklaşırken bir bankta soluklanıp suyumuzu içerken gelen geçeni gözlemliyoruz. İndiğimiz yer 18. Yy’da zamanın vergilerini toplayan Defterdar İbrahim Efendi tarafından yaptırılmış Defterdar camii’nin ve yiyecek hali/ marketinin arkası. Bol bol tavernaların olduğu hareketli bir başka turist mekanı. Tam ortada dev ağaçların altında büyücek bir alan kaplayan Agora Restoran’a konuk oluyoruz; menülerinde her şey var. (Bu arada ağaçların altında kafe/ restoran işletmesi kuranlar için pratik bir çözüm var; ağaçların yapraklı dallarının başladığı bölgelere kocaman, filtre gibi özel bir ağ geriyorlar. Masalara, tabaklara, bardaklara yaprak, böcek düşmüyor.) O sıcak ve şişkinlikle ben bir grek salatası alıyorum (iki porsiyonluk geleceğini bildiğimden başka bir şey istemiyorum. Sıcakta en güzel öğlen yemeği budur). Bahadır da mantarlı bir pizza alıyor. Ağaç altındaki serinlikten çıkmak istemesek de uymamız gereken bir program var. Son kez batıya doğru yürüdük; dün akşam yemek yediğimiz sokağı bir de gündüz gözü ile görelim istedik. Otelde emanet çantalarımızı almaya dönerken yakında bir marketten şeftali ve su alarak bizi Rodos’a götürecek feribotumuza binmek üzere limana doğru yollandık.
Saat 16.20’de hareket etmesini beklediğimiz Dodekanisos Denizyollarına ait Dodekanisos Pride katamaranı maalesef rötarlı geliyor. ( Feribot yahut katamaranın hareket saatinden yarım saat önce limanda olmanızı bekliyorlar). Araç gecikince güneş ve sıcak çekilmez bir hal alıyor. Saat 16:45’te hareket eden katamaranımız ile, havadar ve denizi de havası da tertemiz çok sevdiğim Kos’tan ayrılıyoruz.
Katamaran önce yine Türkiye’nin burnunun dibindeki, Datça Yarımadası’nın komşusu Symi adasına uğruyor. Yolcu indirip bindirdikten sonra bir saat daha yol alıp Rodos’a varıyoruz.
RODOS
Rodos Şehri ’ni kıyı boyu saran olağanüstü yüksek duvarlar ve görkemli surlar ile limandan şehrin görüntüsü çok etkileyici. Ancak o surdan şehrin içine girince inanılmaz bir egzost kokusu ve ağır bir hava bütün etkileyiciliği yok ediyor.
Çok fazla sağa sola takılmadan, sırtımızdaki külçe çantalardan da kurtulmak ve başımızı sokacak bir oda bulmak adına ilk işimiz otel aramak, çünkü olur da Kos’ta daha çok kalmak isteriz diye yaptırmamıştık. Bir iki otel adı ile aramaya koyuluyoruz. İlk tercihimiz yine Serhat’ın önerisi Lydia Hotel; ancak dolu olduğunu öğreniyoruz. Aynı sokakta az daha ilerleyip aynı ayarda olduğunu düşündüğümüz bir otel daha görüp kapısından girmeye çalışıyoruz ama özel bir kilit sistemi var; anlam vermeden kapıyı açmanın bir yolunu bulmaya çalışarken içeriden şortlu ve sırt çantalı bir bey çıkıyor; nasıl yardımcı olabilirim diyor. Biz hayli şaşkın oda var mı diye soracaktık diyoruz. Burası artık otel değil diyor. Halbu ki dışarıda kocamaaaan bir otel tabelası var:) Neyse bize gidebileceğimiz yerleri söylüyor. Bulamazsanız turizm polisinden yahut turizm ofisinden yardım alabilirsiniz diyor. Bahadır’ın gözü bir yandan GPS’te, aynı yoldan yürümeye devam ediyoruz. Dolu olduğunu öğrendikten sonra çıktığımız sanıyorum 5-6 otelden sonra saat 20:00 civarı kıytırık bir otel bularak yerleştik. Eli yüzü düzgün otellerin hepsi dolu idi. Oda fiyatı 45 € ama size 40 €’ya veririm dedi. Kabul ettik. İkinci gece için müsaitlik durumlarını sabah vardiyasındaki görevliden öğreneceğiz.
Bu bölge limanın biraz batısında kalıyor. Arka tarafı plaj bölgesi. Bu yüzden neredeyse tüm binalar otel. Balkonlardan plaj havluları sarkıyor. Bir miktar Marmaris’e, bir miktar Fethiye’ye benzettim.
Canımız yemek yemek istemedi. Ama balkonumuzun hemen önündeki mutfak havalandırmasının sesini dinlemektense dışarıda sürünmeyi tercih ederek gece ışıklarında kale içindeki eski şehri gezmeye karar verdik.
El değmemiş, yıkılmamış bu muhteşem doku hakikaten dikkat çekici. Bu eski merkez bir rüya kent, ancak çepeçevre şehir duvarları ile örülü olması hava almasına engel oluyor sanırım. Hava çok nemli ve sıcaktı; İstanbul’un yaz havası gibi. Kos’tan sonra pek sevimsiz bir ayrıntı oldu.
Şehir surlarının içi bizim turistik bölgelerimizdeki gibi turistik eşya satan dükkanlar ile dolu. Yemyeşil bir kent. Eski ve yüksek, büyük ağaçlarla dolu.
Akşamdan Rodos için elimizde olan iki günde ne yapacağımızı konuşuyoruz. Kos’ta başımıza geldiği gibi arabasız kalmamak için bir iki kiralama ofisi ile görüşüyoruz. Birisi kompakt bir araba için günlük 60 € fiyat verdi. Otelin karşısındaki ofis kapalı idi.