Kos (İstanköy)
06:35 uçağı ile Bodrum’a geldik. İstanbul’da 10 tl olan havaş ücretine Bodrum ‘da 18 tl aldılar. 735’de Milas havaalanına indik ama Bodrum’a varışımız 900’u buldu. Bir ihtimal uçak rötarına bağlı olarak bizi Bodrum’dan Kos’a götürecek feribotu kaçırırız endişesi ile bilet almamıştık. Dolayısı ile Bodrum otogarından limana koştura koştura gittik. Bodrum Kalesi’nin önündeki yat limanından biletimizi alarak yine aynı yerden kalkacak olan Bodrum Express feribotunu neyse ki yakalayabildik. Şimdiye kadar yaşadığımız en kolay gümrük işleminden sonra saat 10.00’a doğru hareket edebildik.
Bir saati biraz aşan bir yolculuk ile Kos Limanı’na vardık. Aynı gümrük işlemi kolaylığını Türkiye’den çıkarken yaşadığımız gibi keşke Kos’a girerken de tecrübe ettik diyebilseydim. Tam bir fiyaskoydu. Her yurtdışı gümrüğünde yaşadığımız gibi AB ülke vatandaşları ve diğerleri diye bir ayrıma tabii olmak bir yana, biz zavallılar üstelik öğlen sıcağında güneş altında nedense bir güruh halinde 1 saat kuyruk bekledik. Devletimden ısrarla mütekabiliyet istiyorum!
Bahadır seyahat öncesi gerekli şehir haritalarını telefonuna yüklediğinden ve otelin yerini GPS’inde işaretlediğinden elimizle koymuş gibi buluyoruz: Liman’a 10-12 dakika yürüme mesafesinde, konumu mükemmel 2 yıldızlı Catherine Hotel. Bir internet sitesi aracılığı ile rezervasyon yaptırmış olduğumuz bu otel gerek dekorasyon gerekse eşyalar açısından pek bir 80’ ler esintili ancak iki kişilik odada geceliği 33 €’dan oda kahvaltı kalıyorsanız gerçekçi olmak gerekir ki o sitede yazan tüm müşteri eleştirilerini baştan kabul etmeniz gerekir. Biz de özellikle konaklama için düşük bütçe ayırdığımızdan ne kahvaltı ne oda konusunda beklentilerimizi yüksek tutmadık. Boşu boşuna güzel geçen bir tatili zehir etmek niyetinde değildik.
Aile işletmesi otele girişte çok canayakın karşılandık. Kartımız açılırken dönen kısa sohbette, bundan sonraki tüm esnaf muhabbetlerinde yaşadığımız üzere , “ neredensiniz” sorusuna verdiğimiz cevapla bu otel sahiplerinin yaptığı gibi çok güzel karşılandık ve ağırlandık. Doğrusu bunu seyahatim öncesi pek çok yazıda okumuştum ama yine de formatlandığım için olsa gerek bu dostça ilgiye şaşırdığımı söylemeliyim. Bu sohbete ilerleyen satırlarda yeri geldiğinde döneceğim….Diğer yandan, evet, otel gerçekten elden geçirilmesi gereken bir otel. Yerde önceki konuklardan saç kalıntıları, sağda solda önceki konuklardan çöpler, duvarda askısı olmayan ilkel bir duş başlığı- ki bu, kaldığımız bir otel hariç tüm otellerde kaderimiz olacaktı !!), saç kurutma makinesi yok, duş jeli yok, havlular eskilikten saçak yapmış…Ama, açıkcası bunları not almasaydım, bugün aklımda kalmayacaktı ve yazamayacaktım bile…
Otelden çıkıp gezimize başlıyoruz. Gümrük işkencesinden sonra temiz bir sayfa açmaya karar veriyorum ve ilk izlenim olarak düştüğüm not “her şey o kadar tanıdık ki!...” Menüler, evler, palmiyeler, balkonlar, camiler…Kendini kah Tarabya sahil yolunda kah Marmaris’te sanmak… Tek tük de olsa avuç içi kadar merkezde Türkçe konuşan esnafa denk gelmek.
Sonra neredeyse bir kol mesafesinde, beyaz beyaz evlerini ve ışıklarını çıplak gözle görebildiğimiz Bodrum turgutreis… Sanki yurdun bir köşesindeyiz! Bir saat içinde ülkemden çıkıp başka bir ülkeye geçiş yapabilme kolaylığından desem... değil. Çok düşünmeden tadını çıkarmaya ve gözlerimi dört açmaya çalıştım…
Sadece Kos'un merkezinde gezmek istemiyoruz, amacımız bir ada turu atmak, bunu da araba kiralayarak yapmayı umuyorduk. Ancak öğlen vaktinin geçmiş olması sebebi ile olanca çabalarımıza rağmen uygun saat koşullarında ve fiyatta araç temin edemedik. Acenta bana verdiği aracı ertesi gün teslim ettiğimizde aracı satacak müşteri bulamayacağını öne sürerek 2 günlük satış fiyatından vermeye kalktı. Bu da bizim işimize gelmedi, zira günlük 70 € gibi fiyatlar veriliyor. Dolayısı ile planladığımız gibi Kos’un merkezi dışında diğer şehirleri göremeyeceğiz.
Kullanmak istediğiniz mesafe ve ihtiyacınıza göre arabadan başka motorsiklet, bisiklet, ATV gibi araçlar da kiralanabiliyor. Yollar, caddeler buna müsait. Kalabalık ama her şey çok düzenli.
Bir Ege adasında muhteşem bir yaz günü. Hava temiz. İnsanın içine pozitif enerji yayılıyor.
Öğlen yemeğini merkezdeki çarşıda büfe/ kafeterya tarzı bir mekanda geçiştiriyoruz. Sonra bizi bir sonraki durağımıza, Rodos’a ulaştıracak feribot için bilet almak üzere çarşıda bir acente bulmaya koyuluyoruz. Veznedeki bayanla İngilizce konuşuyoruz. Bir süre sonra aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyunca “bu arada ben de Türkçe biliyorum” dedi, kendisi de Türkiye’den yerleşmiş birisi olarak. Önce, ertesi gün için Kos-Rodos, sonrasında Cumartesi Rodos’tan ayrılacak şekilde Rodos- Santorini biletlerimizi aldık.
Bugün araba kiralayamayacağımızı anlayınca merkeze 15 dakika mesafede bir tepede kurulmuş antik sağlık merkezi Asklepeion kalıntılarına götüren, şehir içinde işleyen karayolu “açık treni” ne bindik ( 5 €/ kişi). Bu sempatik ulaşım arcına bilet alırken ören yerinde bir saat kalınabileceği ve o saatte gelecek olan araca binerek dönüleceği anlatılıyor. Ören yerine giriş 4€/ kişi.
Asklepeion Antik Yunan ve Roma kültüründe aslında temelde hastaların mistik bir biçimde dertlerine derman aramaya geldikleri, yerine göre kaplıcası, havuzları, hamamları, kütüphanesi ve tapınakları olan komple bir bakım merkezi. Günümüzde eczacılığın simgesi asaya sarılmış yılan ile bilinen tıp-sağlık tanrısı Asclepius’a tapınma kültünden ortaya çıkan bir inanış. İnsanlar inanarak şifa bulmak üzere bu yapılara gelirlermiş. Taraçalar halinde yükselmekte olan site adeta bir saray havasında. En yüksek taraçasından Bodrum kıyılarına el sallıyoruz.
Hazır Kos’un antik hastanesinden bahsediyorken milattan önce 5.yyda Kos’ta doğmuş, hastalıkları sınıflandırıp ilk teşhis ve tedavi metodlarını geliştiren “doktor” olması dolayısı ile modern tıbbın babası sayılan ve kendi adı ile anılan, günümüzde bile doktorların mesleğe adım atarlarken ettikleri yemini yazan Hipokratı da anmak lazım.
Tam bir saat sonra trenimiz geliyor. Şehir merkezinde bindiğimiz yerde iniyoruz. Hemen halk plajının önünde. Saat 1700 civarı. Bir müddet yaşadığım tereddütten sonra yüzmeye karar veriyorum. Bütün gün sırt çantasında havlu niyetine taşıdığımız peştamali yüklendiğimize değiyor. Muh-te-şem ! Deniz, bir kadife “sıcaklığı”nda ve yumuşaklığında. Tertemiz. Bunu daha iyi nasıl vurgulayabilirim bilemiyorum. Çantayı refakatsiz bırakmamak için sırayla giriyoruz denize. Birimiz giriyor, diğeri oturuyor; diğeri giriyor, öteki oturuyor…sonra yeniden…O kadar güzel ki su, içimiz elvermiyor oradan ayrılmaya.
Saat 19:00’a doğru odaya dönüyoruz. Akşam yemeği için kıdemli seyyah ve gurme arkadaşımız Serhat’ın önerisi ile, liman ve kalenin batı ucunda kalan Fatma Hanım’ın yeri Caravalle Restaurant’a gideceğiz. Aslında Yunanca’da restoran değil taverna kelimesi kullanılıyor. Bizim kullandığımız gibi değil ama; yani tabak kırılan bir yer değil tavernalar; bildiğiniz lokanta yani. Şahane bir yaz akşamında yürüyerek gece ışıklarında Kos’un tadını çıkartıyoruz. Bu tavernaya sahil boyunca yürüyerek ulaşılabiliyor. Caravalle’ye yaklaşırken girdiğimiz sokak üzerinde karşılıklı konuşlanmış pek çok ufak taverna var.
Bir kısmı mavi ve beyaz sandalye- masa kombinli, yahut pöti kareli masa örtülü, kapısında ve masa kenarında mutlaka ama mutlaka çiçekleri –özellikle sardalyeleri- olan ve üzerindeki çardaktan sarmaşıkları sarkan, içerden, etraftaki diğer tavernaları rahatsız etmeyen Yunan tınıları sızan mekanlar.
Hemen hepsinde mutlaka bir akşam sefası yapmak isteyebileceğiniz, çok ama çok davetkar mekanlar…
İşte bu güzel manzara eşliğinde farkına varmadan Caravalle’nin önünde durmuşuz. Sahil tarafında bir taverna olduğundan sokak tarafı bir bina girişi gibi. Tabela neymiş diye bakarken Türkçe “ hoş geldiniz” yazısını fark ettik. Etrafta restoran çok, rekabet de var tabii; her birinin önünde müşteri kapma yarışında olan çalışanları var.
Caravalle, plaj üstünde olduğundan, gündüzleri plaj restoranı şeklinde hizmet verip geceleri de liman ve kale manzaralı bu muazzam, denize sıfır konumundan faydalanıyor. Ancak her şeyden önce sokak üzerinde gördüklerimizden farklı olarak deniz havasını alabildiğiniz ferah ve havadar bir mekan.Sokak tarafından girip de masamıza oturduğumuzda anlıyoruz ki sahil boyunca benzer başka tavernalar da sıralanmış. Biz Serhat’ın tavsiyesi ile geldiğimiz için yiyeceklerimizden ötürü endişemiz de yok.
İçeri alıp masamıza oturtan ve masaya hizmet veren garsonlar farklı. Bizimle ilgilenecek olan garsonumuz, adını Stavros olarak hatırladığım, yüzü şairimiz Can Yücel, sesi Tuncel Kurtiz’e denk bir amca. Oturunca Fatma Hanım’ı soruyoruz, mekanın sahibesini. İleriki masada konukları ile oturan nazik bir hanımefendi geliyor, çok kısa bir sohbetin ardından yemek seçimlerimiz konusunda yardımcı oluyor. Ancak daha evvel arkadaşlarımızın gezilerinden aktardıklarından ve de okuduklarımızdan biliyoruz ki, özellikle mezeler ve salatalar başta olmak üzere yemeklerin porsiyonları bizim restoranlarımızda olanlardan daha büyük. Bunu da aklımızda tutarak seçimlerimizde temkinli olmaya çalışıyoruz. Öneri üzerine oraya özel, genellikle beğenilen bir peynir kızartması, kalamar tava, ahtapot köfte, grek salatası ve hastası olduğumuz sarımsaklı ekmek istiyoruz. Bunları yerken arada Stavros’la sohbet…Sol yanımızda Turgutreis’in ışıkları…Hepsi şahane! Sona doğru “beğendiniz mi?” diye soruyor Stavros. Beğendik beğenmesine de, porsiyonlar biraz fazla geldi, deyince, sizinkileri de biliyoruz deyip, eli ile minik bir tabak işareti yapıyor:) Hesabımız 40€.
Ve Kos’ta bir gece konaklama…