Caldera ve Oia, Santorini
Gemimiz sabaha karşı 03.00’te Kos’a yanaştı. İnenler oldu; epey de yeni binen. Ara durağımız Kos’tan 4 saatlik bir yolculuğun ardından yüksek ve dimdik bir dağın resmen dibinde inşa edilmiş Santorini limanına saat 07:00’de yanaştık. İndiğimizde çok uzun bir otomobil kuyruğunun ve yolcu güruhunun dört gözle bizim gemiyi beklediğini gördük. Gemi buradan Atina, Pire Limanı’na devam edecekti.
Liman, gemiye binecek yolcular dışında, elinde isim tablaları yolcularını bekleyen görevliler ile otellerindeki boş odaları doldurmak üzere rezervasyonsuz gelen bizim gibi yolcuları kapma arayışında olan otel sahipleri ile dolu.
Bahadır gözünün tuttuğu bir bayana soruyor; bir gece , iki kişilik bir oda. Yanıt geliyor: Hoş ve temiz bir odam var, merkezde. Fotoğraflarına bile bakmadan ayaküstü anlaşıyoruz. 50 € ‘dan kapı açıyor. Bir şeyler yapamaz mısın diye sorunca, gülüyor, peki 45 € olsun. Hemen geleceğim diyerek bizi Mercedes minibüsüne atıyor. Bulabilirse bir iki misafir daha ayarlamak istiyor haliyle. Başka kimse yok. Az bir sohbetle o dağı tırmanıyoruz. O ana kadar gördüğümüz Kos ve Rodos adalarının aksine ne kadar çorak, ne kadar kuru bir görüntüsü var. Bu tırmanışta tek gördüğümüz denizin mavisi ve çıkmakta olduğumuz dağın dev, çıplak kayaları…tepede, düze çıkınca da adeta sağa sola serpiştirilmiş de kendiliğinden yetişmiş gibi bodur, yayvan üzüm bağları ve yaprakları, sapları kurumuş- sararmış cherry domates yığıncıkları.
Yolda programımızı soruyor otel sahibesi. Santorini’den Girit’e geçeceğimizi öğrenince orada iyi bir arkadaşının oteli olduğunu anlatıyor, kabaca Girit’te kalacağımız oteli de bulmuş oluyoruz.
Sonra günlük planımızın bir tura katılmak olduğunu öğrenince bize bu konuda da yardımcı olabileceğini, sabah 09:00’da hareket edecek tam günlük bir tur olduğunu söylüyor. Saat 8:00’e gelmekte olduğundan kolaylık olması açısından kalacağımız otele değil de tur otobüsünün geçeceği hat üzerindeki Karterados’taki diğer, büyük oteline Villa Manos’a götürüyor. Otellerde bu turlara bilet kesebiliyorlar. Tura kaydımızı yaptırdıktan sonra hemen otelde acil tarafından bir kahvaltı alıyoruz (5€). Tur otobüsü saat 09.05’te otelin önünden geçecek. Çantalarımızdan gereken eşyaları alıp fazlalıkları otelde bırakıyoruz. Akşam 21:00’de turdan otele dönünce çantalarımızı da alıp bizi kalacağımız otele götürecekler.
Çıktığımız otelden beş kişi daha katılıyor bu tura. Başka otellere de uğrayıp on –onbeş kişi kadar oluyoruz. Bu şekilde ilk olarak Pyrgos köyü yakınlarında 565 metre yükseklikte bir tepede kurulmuş Prophet Elias Manastırı’na gidiyoruz. Burası Santorini adasını bütünsel olarak kuşbakışı inceleyebileceğiniz bir seyirlik ortamı sunuyor. Ve asıl buradan rehber size genel itibariyle adanın aslında bir daire şeklinde olduğunu fakat volkanik patlamalar ve depremler ile adanın ortasının çöktüğünü göstererek anlatıyor. Elias Manastırı 1700’lerde kurulmuş adanın en eski kiliselerinden. 19.yy başlarında okul olarak da işlev görmüş. Tarih boyu ticari olarak da epey faalmiş. Adanın atlattığı ciddi depremlerle zarar gördükçe eski azametini de yitirmiş. Halen kendi şarabını üreten papazların yaşadığını anlattı rehber. Manastır bazen kapalı oluyormuş; biz de öyle bir saate denk geldik. Bu arada yol boyu her yer yine güdük şarap bağ kütükleri ile kaplı. Bu bağların kısa olmalarının sebebi adada su bulunmamasından dolayı bitkinin topraktaki nemden üst seviyede faydalanabilmesini sağlamak.
Ardından pek yakında, yine bir başka yüksek tepede Venedik kalesi kalıntıları çevresine kurulmuş ve 1800'lere dek adanın merkezi olan Pyrgos Köyü’ ne gidiyoruz. Dapdaracık, tepeye yılan gibi kıvrılan sokaklardan geçerek tırmanıyoruz.
Adanın asıl adı Thira. Venedikliler Azize İrene’den etkilenerek adanın adını Santo İrini olarak değiştirmişler.
Yollarda geçerken çok dikkat çeken bir şey de her yerde küçük küçük şapel denebilecek kiliseler yapılmış. Rehberimizin dediğine göre her aile geleneksel olarak yaparmış; her ailenin kilisesi varmış ve özel kutlama dönemlerinde kullanırlarmış bunları.
Buradan inişte bir başka tur otobüsüne alıyorlar bizim turu ve sabah geldiğimiz limana geri gidiyoruz, az ötedeki volkanik adaya götürecek teknemize binmek üzere…
Yaygın adı ile Caldera (krater) olarak bilinen aktif yanardağ Nea Kameni Adası var. Yaklaşırken lavların oluşturduğu kayaç yapı tüyleri diken diken ediyor. Su ile temas eden kıyı şeridi lavın içerdiği madene göre değişik renklere bürünmüş. Tekneler kuzey istikamette iki küçük iskeleye yanaşıyorlar. Yolcularla bir garip yürüyüş başlıyor bu ürkütücü adada.
Lavların oluşturduğu "ada" karası |
En yüksek noktasına, kratere doğru bir saat kadar yürüyoruz. Ben tabii belgesellerde gördüğüm kraterlere benzer bir ağız görmeyi bekliyorum. Öyle bir şey görmüyorum; hatta rehber söylemese geldiğimizi bile anlamayacağım. Biraz, Antalya’da Olimpos’un (Chimera) Yanartaş’ına benzer bir oluşum var. Hala tüten yanardağ ağzı ve sülfürün bıraktığı sarı izler, kesif koku olayın boyutunu dana da düşündürücü hale getiriyor.
İkiyüzbin yıl önce yine deniz altındaki aktif volkanların püskürttüğü lavlar ile ortaya çıkmış bir dağ da yine lav püskürtmeye başlar. O kadar ki bu dağın altında destek olan magma tabakası kalmaz, bu şekilde kendini taşıyamayan dağ yapısı çökerek calderayı oluşturur. Bu birbiri ardına aynı şekilde devam eder ve bugünkü şeklini alır. İşte bu çöken yerin Kayıp şehir Atlantis olduğu söylenceleri var.
Bin yılların efsanevi adası Atlantis’ten ilk olarak M.Ö. 360’lı yıllarda Yunan’lı filozof Plato (Eflatun) Timaeus ve Critias adlı eserlerinde bahseder. Plato’nun anlatımına göre burası, milattan on bin yıl önce varolmuş (ki bunun milattan önce 1500 olduğunu öne süren argümanlar da varmış), güçlü bir deniz gücü olan, bir krallar konfederasyonunun yönetimde olduğu, Asya ve Libya (!)’nın toplamından da büyük, tüm bu kudret ve heybetine rağmen bir yanardağ patlaması ile yok olduğu ileri sürülen bir ada karadır. Eflatun, bu ada üzerine geniş bir efsane yaratan ilk kişi olup son kişi olmamıştır. O gün bugündür pek çok düşünürü düşündüren, farklı efsaneler yaratacak kadar merak uyandıran bir konu olmuştur. Gerçek olup olmadığı dahi bilinmeden, gerçekte varolduğuna inanarak bu kayıp adanın izini sürmekte olan insanlar var.
Denizler altında yitip gitmiş bu efsanenin yeri konusunda Akdeniz’den Karadeniz’e, Atlantik Okyanusu’ndan Kuzey Denizi’ne pek çok fikir öne sürülüyor. Dikkate alınan hipotezlerden biri de -Girit ve diğer bazı Akdeniz adaları ile birlikte- bugünkü Santorini adası olması ihtimalidir. Benim Santorini adası kısmında bu hikayeyi anlatmam ise tamamen duygusal olup bu bağlantıyı ilk Santorini adası için okumuş olmamdan kaynaklıdır! :)
Yeniden teknemize binip volkanik adanın arka tarafında (güneyinde) kalan “sıcak su” banyosuna gidiyoruz. Tekne açıkta demirliyor; isteyen yüzerek bu sıcak suyun kaynadığı yere yüzüyor. Ancak rehberimiz uyarıyor; mayolarda beyaz kısımlar kına gibi bir renkle boyanıyor. Ben giriyorum. Bahadır kalıyor. Bu garip küçük koya doğru yüzdükçe su sığlaştıkça denizin kokusu değişiyor; sıcaklığı artıyor. O kadar kısa süre verdi ki rehber daha ilerleyemeden geri dönmek zorunda kalıyorum. Evet , sülfürlü deniz mayo, havlu, elbise..neye değerse beyaz kısımları/ açık renk kısımları hakikaten kına gibi boyuyor. Mayonuzu bilemem ama pamuklu kumaştan sıkı bir yıkama ile çıkıyor.
Thirasia adası Santorini ve Caldera ile birlikte çökmüş bölgenin çemberini tamamlıyor.
Öğlen yemeği için bu çemberi tamamlayan batıdaki Thirasia adasındayız. İsteyen burada yüzüyor isteyen adanın tepesine çıkıyor. Saat 16:20 iskelede buluşacağız. Rehber –restoran ilişkisi aynı ülkemizdeki gibi. Benim bildiğim bir yer var diyerek bir yere götürdü. Ama biz açıkçası iskeleden iner inmez baştaki mekanlardan birini tercih edebilirdik. Ama nedense rehberin götürdüğü yere gittik. Yemekten sonra dolu mide ile deli saçması bir tırmanışa kalkışıyoruz. Adanın tepesine kadar çıktık ama aşağıda oturup bir kahve içsek de olurmuş.
Yarım günlük tur alanlarla, Santori’nin Oia yerleşimini de kapsayan tam günlük tur alanlar dönüşte ayrı teknelere biniyorlar. (Her yerde Oia yazılıp İa şeklinde okunuyor; Serhat’ın uyarısı ile yadırgamıyorum.)
Oia ’ya devam ediyor bizim tekne. İa’yı gündüz gözü ile gezip, akşam saat 20.00 sularında da bu eşsiz manzarada güneşin batışını izleyeceğiz. İa, Santorini’nin en kuzey ucunda, tepelere kurulmuş bir kasaba. Ege'yi kale gibi izleyen bir çekim merkezi. Denizden tekne ile yaklaşırken gizlediği güzellik konusunda ipuçları veriyordu ancak ne kadar etkileyici olduğunu görünce çarpıldım desem yeridir.
Teknemiz yaklaşırken rehber yukarıya çıkışın ya yaya olarak ya da meşhur eşekler yolu ile mümkün olduğunu söyledi. Eşeğe binmek baştan beri seçenek dışı idi ama zaten istediğimiz yerde durup manzara seyretmeye ve fotoğraf çekmeye imkan sağlayamamasından ötürü pek tercih edilesi bir yöntem değil. Yine de pek çok kişinin bindiğini ve yaya çıkanlara da zor anlar yaşatttığını görmüş bulunduk. Yukarıya eşeğe binerek çıkmanın bedeli 5 €. Bir grup eşeğin hepsine binen olunca grupça bağrış çağırış yukarı çıkılıyor.
Tırmandıkça o kadar etkileniyorsunuz ki basamakları çıkıp nefes almak üzere her durduğunuzda “bundan daha iyisi ne olabilir” düşüncesi ile her duraklamada tepede sizi neyin beklediğini ölesiye merak edip daha hızlı çıkmaya başlıyorsunuz.
Ve nihayet......Aralara serpiştirilmiş begonvillerle, sardunyalarla, beyaz-mavi-deniz üçlüsünün bir arada kullanılabileceği daha güzel bir yer olamaz herhalde. Bu tabloda her şey birbirini tamamlıyor! Kireç beyazı lekesiz evlerin çerçevelediği dapdaracık tertemiz sokaklar, mavi kapılar- sandalyeler-mimari kontür detayları, taraçalı Yunan mimarisi, zevkle ve sanki keyfi betimlemek üzere çizilmiş tablo gibi.
Pekçoğu Caldera (Yanardağ adası) manzaralı butik oteller, İa'yı deyim yerindeyse dantel gibi işlemiş.
Zaman zaman hele ki Caldera ile - J.R.R. Tolkien’in “Mount Doom”u misali- göz göze geldiğinizde bu güzellikten kopup düşünüyorsunuz: hem aktif yanardağ bölgesi olacak, hem deprem bölgesi…tarihi, bu iki doğa olayı ile şekil alacak ve sen burada yaşamak isteyeceksin... Mangal yürek ister!
Basamaklardan en tepeye çıkıldığında güneşin batışının izlendiği kaleye de pek yakın bir noktada oluyorsunuz. Varılan bu tepe noktasındaki sokak, tamamen hediyelik eşyalar satan dükkan ve marketler ile restoran ve kafelerden oluşuyor. Yürüdükçe, gezdikçe taraçalara konumlandırılmış yapılara inen olağanüstü şık ve estetik merdivenleri hayranlıkla farkediyorsunuz. Her şey birbiri ile uyumlu. Bu merdivenlerin ( mümkün olabilen bazılarından) inip sokakarası diğer güzellikleri de keşfetmek isteyebilirsiniz.
Bir bakıyorsunuz denizden metrelerce yüksekte, alan derinliği içerisinde deniz olan, bir yüzme havuzu, etrafında bir kaç şezlong. Ya da minik teras-balkonlarda bir küçük kahve masası, bir iki sandalye. Teras alanı daha dar olanlar ise denize karşı, açıkhavada, iki kişilik jakuzi ile hizmet veriyor. Hiç bir yapı diğerinin manzarasını engellemiyor. Kendimi sık sık, tarih boyunca bir kaç sağlam deprem atlatmış olmakla birlikte korkusuzca böylesi bir uçurum üzerinde nasıl yaşayabildiklerini sorgularken buluyorum.
Gezerken de bir yandan ertesi gün Girit’e geçiyor olacağımızdan feribot bileti alabileceğimiz bir acente buluyor ve işimizi hallediyoruz. Dolaşırken en şaşaalı merkezi cadde üzerinde bir bakkaldan küçük bir şişe su aldık; 0,50 cent’e. Fiyat herhangi bir ara sokak bakkalındaki gibiydi. Doğal su kaynağı olmayıp suyu taşıyarak getiren bir ada için hayli şaşırtıcı oldu bizim için.
Güneşi batırmaya daha zaman var. Güzel manzaralı bir kafede kahve molası veriyoruz. Baklavadan sonra artık bilmediğim bir Yunan tatlısı yemek istiyorum, yanında çok özlediğim ve beynimin koku ve tat alma merkezinde anlam ifade edecek bir çay ile yenebilecek bir tatlı.
Menüde seçtiğim Galaktoboureko’nun ne olduğunu soruyorum; içi sütlü kremalı, dışı şerbetli/ ballı bir tatlı diye dili döndüğünce anlatmaya çalışıyor genç ve sempatik garsonumuz. Hele ki earl grey çayı hiç ummadan sorduğumda ve olduğunu söylediğinde semptikliği daha da artıyor. Bahadır sıcaktan ötürü buzlu frappesinden vazgeçmiyor. Tarife göre istediğim tatlının bizim laz böreğimize benzer bir tatlı olması gerekiyor. Ve de öyle oluyor... Favori tatlılarıma bir yenisi daha ekleniyor!
O tatlının ve anın hiç bitmemesini istiyorum! Ama her güzel şeyin bir sonu var...
Bir süre daha salındıktan ve ummadık sokaklara sapıp değişik güzellikler yakaladıktan sonra güneşi batırmak üzere güzel bir yer bulmak gerektiğinden davranmamız gerektiğini anımsıyoruz. Kalede olmamızı gerektiren bir durum yok; önümüzün boş olacağı bir aralık bulmak yeterli. Kaleye giden yol üzerinde bir marketin sundurmasının yanında yer buluyoruz.
Güneş batmaya yakın, o yapının düz çatısına çıkıyorum. En güzel yer benim şimdi! Tüm dünyanın güneşini bu güzel ada için akşam olmak üzere batırınca görevimizi tamamlıyor ve rehberimizin dikte ettiği şekilde buluşma noktamıza gidiyoruz. Bizi otobüslerimize yönlendiriyor.
Solda: Kalede gün batımını bekleyen insanlar
Aynı akşam hava iyice karardıktan sonra Caldera (Yanardağ)da, sabah biz gezerken hazırlıkları yapılan, havafişek gösterisi olacak. Bunu izlemek için en iyi yer ve açıyı, dönüş yolumuzun tam üzerindeki diğer muhteşem yerleşim Fira’daymış. Caldera Fira’nın tam karşısında kalıyor. Rehberimiz isteyenleri burada bırakabileceğini ancak dönüşlerin herkesin kendine ait olduğunu belirtiyor. Havaifişek izlemeyi çok severim ancak önceki geceyi koltuk üstünde geçirdiğimizden ve pek sağlıklı uyuyamadığımdan otele dönmeyi tercih ediyorum- zira dönüş yolunda 2100 civarı uyuklamaya başlamıştım bile. Villa Manos’a yaklaşırken kendi aramızda konuşuyoruz Bahadır’la; “Poppi keşke bu gece burada kalın dese bize”. Netekim Poppi bizi otelimize götürmek üzere bekliyor. Ya da biz öyle sanıyoruz. Bizi görünce önce turumuzun nasıl geçtiğini soruyor sonra da “siz bugün çok yoruldunuz, hadi bu otelde kalın bu gece” diyor. O an bunu duymaktan daha iyi bir şey olamazdı! Çantalarımızı aldık ve nasıl yattığımızı bilemediğimiz bir gece geçirmeye doğru elken açtık. Ancak bana olan oldu ve bir önceki gece süper lüks cruise gemisi Bluestar’da 8 saat üşütmenin acısını bu gece karın ağrıları ile tatmaya –daha İa’da gezerken- başlamıştım.