Rize'nin Yaylaları
Karadeniz turumuzun ilk durağı Yukarı Kavron yaylası. Sahilden iç tarafa, yaylalara doğru yöneldiğimizde yeşil büyü başladı. Her Türk'in aklında, Doğu Karadeniz'e hiç gitmemiş olsa bile, bu bölgeye ilişkin coğrafi ve kültürel bir takım bilgiler vardır. Ancak görmeden anlamanız, sindirmeniz olası değil. Hatta benim burada yazacaklarımla bile dağarcığınızdaki bu teorik bilgileri bir nebze olsun harekete geçirebileceğimden şüpheliyim. Elimden geleni yapacağım, ama bence görmeniz gerek.
Özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi sahilden başlayarak çok dik ve yüksek dağlarla çevrili bir coğrafyaya sahip. Şehirler dağ eteklerinde kurulmuş ancak bunun dezavantajı da dar ve sıkışık sokaklar olmuş. İçerilere girdikçe yapılar birbirinden uzaklaşıyor ve bize göre çok anlamsız yükseklere inşa ediliyor. Üstelik de evin tabanını o yamaca ya da yüksekliğe göre düz tutmak üzere dikilmiş bazen 2 bazen de 4 direk üzerine inşa ediyorlar ki ilk sarsıntıda sanki o binalar toprakla birlikte kayıp gideceklermiş hissi veriyor. Ayrıca duvarlarda harç görmek neredeyse imkansız. Benzetmek yerinde ise İstanbul'daki gecekonduların bile artk inşaat kalitesi bu gördüklerimizden daha iyi. Bu durum, Rize'nin geneline hakim. Hatta aklımızdan geçmedi değil, İstanbul halkı bu evleri görünce Rize'li müteahitlerden daire almaz diye.
İşte bu yükseklere, taraçalı dağ eteklerine kurulmuş hemen her evin önü düzlüklere kadar öbek öbek çay bahçesi ile donatılmış. Donatılmış diyorum zira bu yemyeşil bahçeler Rize'yi süslemek için yapılmış adeta. İlk gün izlenimlerimde de bahsettiğim gibi yine her boşlukta, karayolları sınırı da dahil olmak üzere, her evin önünde mısır, salatalık, karalahana ve sırık fasülye alabildiğine. Yer yer bu yöreye özgü olan, görsel olarak Napolyon kiraza benzer, tadı hayli buruk, ağacı da malta eriğine benzer karayemiş denilen meyvelerinden var. Yükseklerde toplanan bu bitkileri, özellikle de çayı aşağıya yahut yukarıya nasıl iletiyorlar peki? Buna da bir çözüm bulmuşlar. Düzlük yer ile ev arasında bir yük teleferik sistemi geliştirmişler. Oldukça basit bir mantığı var olayın. Ama işlerini kolaylaştırmış.
Yükseklerden denize doğru yol bulabildiği her yerden irili ufaklı dereler kuvvatle akıyor. Deniz kıyısı ve bu derelerin aktığı yatak oldukça iri kayalardan oluşuyor. Deniz alabildiğine hırçın, dalgasız bir gününü görmedik. Güney'in sakin sularına alışık olanlara çok değişik gelecektir. Galiba Karadeniz'in doğası halkına da yansımış; genelde Karadeniz insanının kanı kaynar, asabidir, yüksek seslidir denizi, akan suyu gibi. Dağlarının dikliği gibi sıkıdır inadı, hatta deyim yerinde ise "diktir duruşu"; meydan okumaya her daim hazırdır. Velhasıl serttir, yamandır insanı da doğası ve deniz gibi...
Yaylalara doğru hala yoldayız. Artık iyice binbir yeşilin içine gömüldük. Etrafımız su ile çevrildi. Yeşil adeta fışkırıyor, suyun ve toprak olma özelliği olmayan dik kayaların bile içinden. Yabanisinin arasında el değmişi de gözün gördüğü her yerde.
Çamlıhemşin sapağına gelişimiz otelden 55 dakika. Ancak Çamlıhemşin'e daha 20 km. var. Bu sapaktan döner dönmez Fırtına deresi (burada Hala deresi ile birleşmiş bir şekilde) coşkun suları ile karşılıyor gelenleri. Buralardaki yüzlerce dere Kaçkar Dağları'nın eriyen kar sularından meydana geliyor. Fırtına Vadisi, başka vadilerde başka sularla birleşerek Erzurum'a kadar uzanıyormuş. Buradaki akışı varın siz düşünün. Çamlıhemşin'e yaklaştıkça dere daha da coşkulu akmaya başlıyor. Fırtına Vadisi'nde 2400 farklı , 400 civarında nadir bitkiye sahip. Bu arada 1800 metreden sonra hiç bir çıkacağınız yaylada ağaç, orman göremiyorsunuz ancak üzülmeyin; yukarıdan baktığınızda ağaçlar ayaklarınızın altında kalacak ve bu alanlarda ormanların yerini yemyeşil meralar alacak. Bu bölgede her köyün bir yaylası varmış. Ahali Haziran ayında yaylalara çıkar, kışa dek kalırmış.
Bölgede genellikle şimşir ve gürgen ağaçları yetişiyormuş. Buraya özgü, halk arasında deli bal olarak bilinen karakovan balı üretiliyor. 3 ayda hazır oluyormuş, Ağustos'ta toplanıyormış. Bu bal, şifalı ancak bir seferde 1kaşıktan fazla tüketildiğinde zararı olan, zehirlenmelere yol açan bir bal türü. İlk kimyasal silah olarak kabul edilirmiş. M.Ö. 42'lerde Roma Kralı, Pontus'la savaşa giriyor, Pontus İmparator'u Giresun'a geri çekiliyor. Çekilirken bu kovanları yolda bırakıyor. Roma askerleri de yiyince deliriyorlar.
Çamlıhemşin'de 20 dakika ihtiyaç molası ve otobüsten minibüslere transferin ardından Ayder'e 17 km. yolumuz var. Yol üzerinde taştan yapılma tek kemerli köprüler var. Bir de derelerin üzerinde eğreti tahta köprüler ile karşı tarafa geçiş sağlanıyor. Yukarıya iyice yaklaştık sayılır, karlı tepeler görüyoruz. Yol boyunca sürekli gördüğümüz başka bir şey de yol boyunca yanıbaşımızda yükselen kayalardan sular sızıyor. Su da yeşil gibi fışkırıyor yani. Böylesine hayat fışkıran bir doğa. Bir yanda rengarenk kır çiçekleri, bir yanda eriyen ve akan derelere karışan kar suları. Bu kadar çok su görünce sanki gözlerim sulandı! Var mı böyle bir memleket....
Ayder'e gelir gelmez yüksek çam ağaçları görünmeye başlıyor. Minibüsün camından içeriye dolan hava iyiden iyiye soğudu. Burası Hoşdere. Çamlar ile çevreli meralardan geçiyoruz. Mesire yeri, mangal yeri, işte öyle bir yer. Cümbür cemaat, minibüsler, araç konvoyları kalabalık gruplar gelip haftasonu keyfi yapıyorlar.
Aşağı Kavron (3 km) ve Yukarı Kavron (7 km) sapağından sapınca yol tam bir patika halini alıyor. Geldiğimizden beri her yerde duyduğumuz tek bir müzik var: Karadeniz havaları. Her yaş her yerde bu müziği dinliyor. Tabii ki bizi yaylaya çıkartan yerel olarak ünlü ! minibüs şöförümüz Yandım Ali'nin minibüsünde de bu tür müzikleri dinliyoruz. Ve turdaki ahali ile şu kanıya varıyoruz: horonu, bu müziği dinleyerek bu patika yollarda ilerlerken bulmuş olmalılar! Müzikler hep sevda kokuyor, aşk var vatana, sevgiliye, denize ve hamsiye!
Yukarı Kavron, Kaçkarlar |
Aşağı Kavron'dan sonra yukarıya doğru çıkılırken ağaç bitiyor. 3900 mt.'de Kaçkarların en yüksek zirvesi Kavron Dağı eteğindeki Yukarı Kavron 2263 metrede. Sürpriz yağışları bol olan Karadeniz bölgesinde şansımıza hava çok güzel. Ne yağmur, ne bulut, ne sis var. Pırıl pırıl bir hava. Serince, tertemiz bir hava. Uygun yerlere konuşlandırılmış, ahşap, basık, tek katlı yayla evleri. Çatıları güneş ışığını, sıcağı çeksin, tutsun diye çinkodan. Evlerin altında da ahıları var. Benim bildiğim kadarı ile ahırları da enerji tasarrufu için evlerin altına yapıyorlar. Evler son derece pratik. Bu arada yaylada elektrik var.
Bir çayevi var. Yaylada bir tur attıktan sonra orada soluklandık. Derenin alttan akabileceği şekilde tahtadan bir düzlük yapmışlar, bir nevi alçak bir köprü. Üzerinde bir masa ve bir kaç sandalye. Harikaydı. Umumi tuvalet; yığma biriketler ile dört duvar çevrelendikten sonra deliği direk dereye verilmiş klasik alaturka bir tuvalet. Çok özgün ve doğa ile uyumlu bir tasarım.
Karadeniz insanını canayakın biliriz ya, yaylada gezerken yaşlı bir teyze kapısının önüne oturmuş hemen laf attı bize. Sohbet açtı. Gelinlerinden birisi ile adaşmışız. Hayvanım var, mecburen geliyorum yaylaya diyor.
Geri dönüşte minibüslerimiz bizi Ayder'de indirdi. Hem yürüyelim hem fotoğraf çekebilelim diye. Gelintülü Şelalesi adını hakederek almış; tıpkı upuzun bir duvak gibi. Etrafı seyredip, yürüyüp açıldıktan sonra tekrar minibüslere biniyoruz. O da ne! Akan derenin kenarında piknik yapan bir grup kalabalık sıkışmış da sıkışmış yüksek sesli bir Karadeniz müziği eşliğinde kadınlı erkekli horon tepiyorlar. Hemen oracıkta kalın bir halat ile yüksek bir ağacın dalına dev gibi salıncak yapılmış, insanlar derenin boşluğu üzerinde sallanıyorlar. İnsan o an o manzaranın bir parçası olmak istiyor. Bu ne muazzam bir hayattan zevk alma anlayışıdır, görmeliydiniz. Biz de bu olan biteni sadece minibüsün penceresinden yakalayabildik.
Dönüşü geldiğimiz yol üzerinden yapıyoruz, Çamlıhemşin'i geçer geçmez hemen derenin yanına yapılmış Dere Restaurant'ta öğlen yemeği alacağız. Biz araçlardan inerken bir genç tulum çalarak karşıladı bizleri. Yerlerimiz aldık ve siparişleri verdik: yörenin özgün yemeklerinden muhlama, karalahana çorbası ve de ayrıca salata. Bunların yanısıra normal ekmek ile mısır ekmeği de geldi. İsteyene standart ızgara çeşitleri de vardı elbette. Ama gelmişken yerel kültüre ait bir şey yenmeli idi.
Muhlama denilen yemek peynir, tereyağı ve mısırunu yada un ile yapılan kalori bombası bir yiyecek. Farklı şekillerde yapılabiliyor ama standardı: Un ve tereyağı kavrulur. Peyniri (Trabzon peyniri; minci) minik parçalar halinde eklenip sürekli karıştırılarak eritilir . Peynir tamamen eriyince yavaş yavaş su ilave edilir. Koyu muhallebi kıvamında iken sıcak servis yapılır.
Lahana çorbası da harika idi. Ama ilk olarak burada lahana yapraklarının robottan geçirilerek incecik halde yapıldığını gördüm. Ama lezzetine diyecek yoktu. Mısır ekmeğini de tek başıma yiyerek muhlamayı Bahadır'a bıraktım, zira bu yemekten oldukça hoşnuttu. Ne de olsa en sevdiği iki besin, tereyağı ve peynir ile yapılmış bir yiyecekti.
Tulumla karşılandığımız bu restorandan yine tulum ve horon ile uğurlandık.
Yemekten sonraki ziyaret noktamız Kale-i Zir. Yine patika misali tozlu, bol çukurlu, dereli yollarda yaklaşık 1 saatlik serüvenin ardından dibini göremeyeceğimiz yükseklikte konuşlandırılmış kaleye ulaştık. Uzaktan görüntüsü sanki havada aslılı duruyormuş hissi veriyor. M.S. 13.yyda ticari ipek yoluna güvenli bir alterntif olarak açılan yolun güvenliği için yapılmış. Bu 3 lü bir kale. 30km ileride Erzurum yolunda Kale-i Bala ve Rize tarafında da Pazar Kalesi varmış.
Kaleyi de ziyaret ettikten sonra geri dönüş başlıyor. Aslında bugünkü programda Rize Bezi Fabrika Satış mağazası gezisi olacaktı ancak başka bir tur otobüsünü gördüğü için rehberimiz başka zaman gezmek üzere bu mağazayı bugünkü programdan çıkarttı. Bunun yerine bazı katılımcıların kişisel ihtiyaçları olduğundan, otelimizde merkezi bir yerde olmadığından Rize merkeze gittik. 45 dakika zaman verildi. Rize'nin merkezi çok küçükmüş. Yabancıyı hemen farkediyorlar. Küçük yerler özgü bu merak burada da hakim. Şehir içini biraz gezdikten sonra otele dönüyoruz.