Kuzey Ege

Bozcaada (Tenedos)

18-20.08.2003, Pazartesi-Çarşamba/ BOZCAADA (TENEDOS)

Sabah kahvaltısından sonra yola çıkmadan önce elimizde olduğu kadarı ile Bozcaada’daki otelleri arayıp yer durumu soralım dedik. Ama sorduğumuz sorular arasında “klima da var mı” önemli ikinci soru olarak yer aldı. Burada, ayrılmak üzere olduğumuz Sokakağzı Sahili'nde sıcaktan kapı baca açınca sinekten başımızı alamadık. Lakin aradığım 3-4 otelde ne klima vardı ne de oda. Kliması ve yeri olan bir otel de merkezden uzaktaydı. İşi şansa bırakarak yola çıktık.

Yükyeri iskelesine vardığımızda oldukça şanslı hissettik kendimizi. Çok talep vardı ve arabalar feribota yanlış yerleştiklerinden bir-iki araba daha alabilecekken alamadılar. Yani tam önümüzde bir araba kalmışken “bir sonraki ek sefere” dediler. O esnada araçlar yeniden yerleştirildi ve önümüzdeki araba ve bizim araba feribota alındı.

Yarım saat-kırkbeş dakika kadar süren bir yolculuktan sonra kendimizi adanın sevimli dar yollarında bulduk. Ada, dar yollar ve rum evleri. Artık alıştık ve öğrendik! Şimdi bizi otel bulmak gibi zorlu bir iş bekliyordu. Elimizde ismi olan ve görüştüğümüz otellere bakalım dedik. İlk gördüğümüz yine merkezden uzakça, soyut kalmış bir yerdi. Odayı dışarıdan görebildik. Kıyısı da kötüydü. Oyalanmadan başka otellere bakmak üzere yola koyulduk.

Etrafı dolaşırken yaşlı bir amca, kalacak yer mi arıyorsunuz, diyerek dikkatimizi çekti. Başladı anlatmaya: “Ergin Pansiyon, Hotel, Apart dan oluşan konaklama seçenekleri sunabiliyoruz. Oda kahvaltı konaklamamız. Sizin için apart verebilirim. Oda kahvaltı kişibaşı 25 milyon olur. Üstelik kendinize ait buzdolabınız, mutfağınız bile olacak. Akşam ya da öğlen yemeklerinizi barbeküde, bahçede yapabilirsiniz. Bir görün, öyle karar verin”. Biz de zaten bunalmışız, bakalım dedik. Evden bozma iki bölümlü bir oda. Bir mutfak, daracık, merdiven altı tuvalet ve odadan oluşuyordu. Tuttuk odayı.

Şimdi sıra çepeçevre ada turunda. Çok güzel, çok değişik, şirin mi şirin bir ada. Aslında çorak. O anlamda Bodrum’u andırıyor. Ancak, üzüm bağlarının arasından gitmek bambaşka bir görsel keyif verdi bana. Zira tatilin başından beri meyve gördüğüm her ağaçtan “meyveyi dalından kopartmak” adına epey bir söylenmiştim. Burada da ancak bağlarda fotoğraf çetirmekle yetindim. Bozcaada üzüm ve buna bağlı olarak şarap üretimi konusunda hatrı sayılır bir yere sahipmiş. Üzümler Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sine bile konu olmuş. Adada 18.500 dönüm arazide bağ yetişiyormuş. Üzümlerin kalitesinde güneş, toprak ve adanın meşhur rüzgarının da etkisi varmış. Adada 3 şarap fabrikası ve bunların satış ofisleri mevcut.

Merkezden ayrıldıktan sonra araba ile 5 dakika sonra sürekli solu – denizi- takip ederek plajlara varılıyor. Bence en güzeli Ayazma Plajı. Biraz daha ilerleyince Sulubahçe ve sonra da Habbele Plajı’na varılıyor. Ben en çok Ayazma’yı beğendim, burada kaldığımız iki gün boyunca bu plajı kullandık. Ayazma ve Habbele’de tesisler var. Sulubahçe’de yok. Ama üçünün de ortak özellikleri plajın ve denizin tamamen kum olması. Fakat deniz hemen derinleşmiyor.

Bozcaada’ya aynı zamanda “Rüzgarlı Ada”da deniliyor. Rüzgar özellikle sabah saatlerinde başlayıp akşama doğru bitiyor. Plajları geçtikten sonra kısaca BORES şeklinde adlandırılan Bozcaada Rüzgar Enerji Santrali’ne varılıyor. Burada, rüzgarı değerlendirip elektrik üreten 17 yel değirmeni var. Bunlar toplam 30.000 hanenin bir günlük elektrik ihtiyacını karşılıyorlar.

Ada stratejik konuma sahip olur da hiç kalesi olmaz mı!

Feribotla adaya yaklaşırken konukları karşılayan ev sahibi edası ile kıyıda yükseliyor. Kaleyi kimin inşa ettiği bilinmiyormuş tam olarak. Tabii ki ada hangi milletin yönetimine geçmişse o yönetimin katkısı olmuştur kaleye. Bizim gördüğümüzde çok sahipsizdi doğrusu. Kalenin içinde bir müze var. Ne zamana ait olduğu belli olmayan, ne amaçla kullanıldığı konusunda fikir yürütülemeyen sergide bazı eşyalar var- ki büyük kısmı ada halkının bağışladığı bir takım eski eşyalardan oluşuyor. Müze sadece dev bir kubbe altı aslında ve bu müzenin başında 17 yaşlarında bir genç duruyor. Ziyaretimiz esnasında yanına iki arkadaşı geldi ve “tarih, kültür adına gözetilip korunan” toplar, çeşitli metal silah ve top parçaları ile beyzbola benzer bir takım oyunlar oynamaya başladılar. Tarih boyunca çanakkale Boğazının güvenliğini korumak amaçlı bir görev üstlenmiş olmasına rağmen günümüzde işte öylesine korunmasızdı kale! O kadar mı, tabii ki değil! Biz adaya gelmeden önceki günlerde bir festival gerçekleşmiş, o festivalin tüm çeri çöpü hala kale içerisinde, görüntü kirliliği yaratmaktaydı. Tam anlamı ile bakımsızlık abidesiydi.

Ama ada olarak görülmesi gereken bir yer...