maçahel

Şavşat, Karagöl- Pınarlı Yaylası

12.07.2010 Pazartesi/ Şavşat, Karagöl- Pınarlı Yaylası

Konaklayacağımız mekan değişse de bugün de Şavşat’tayız. Mısırlı köyünde. Aşılacak dağlar, gezilecek çok yer var. Saat 7.30 da, pansiyon işletmesinin genişçe bir dağ kulübesi ayarındaki orman manzaralı kafeteryasında yaptığımız kahvaltımızın ardından 8.30 da hareket ettik.

Artvin’de iki adet “Karagöl” olarak adlandırılan göl var. Birisi Artvin Karagöl, diğeri bugün gezeceğimiz ve ilk durağımız olacak Şavşat Karagöl.

Şavşat ile Karagöl arası bir saat. Burası ucunu bucağını görebildiğiniz, çok büyük olmayan orman içinde kalmış bir göl. Doğayı tahrip etmemek için yolları asfalt değil. Hiç bir yaylada böyle bir şey yok. Her şey oldukça doğal. Sadece bir patika açılmış; yol bundan ibaret. Taşıyla, kayasıyla, çukuru ve girinti – çıkıntısıyla buradan gideceğiniz yere ulaşıyorsunuz. Hava kapalı ama soğuk asla değil. Sürekli hareket halinde olmaktan kaynaklı daimi bir ter atma durumu yaşanıyor. Bundan rahatsızlık duyanların sırt çantasında mutlaka yedeklerini taşıması gerekiyor.

Araçtan iner inmez hemen fotoğraf makinelerine sarılıyoruz. Böyle yeşili nerede göreceğiz bir daha kimbilir, ve ne zaman....Gölün etrafında bir yürüyüş turu başlıyor. Kah durup poz vererek, kah güzelliği seyrederek ilerliyoruz. Bir kenarında ormanın içine girmek gerekiyor zira o tarafın kıyısı sular altında kalmış. Bu şekilde bir turu tamamladıktan ve ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra tekrar yola koyulacağız. Valla hala ortaya çıkış hikayesinden emin olamadığım, talebin gruptan mı yoksa teklifin Osman’dan mı geldiğini bilemediğim bir şekilde, orman / yayla sınırları içinde olmak üzere minibüsün “üst bagajında” “açıkhavada” yolculuk serüveni başlıyor.

Patikalar arasında yer yer köylerin içinden geçiyoruz. Tüm evler ahşap. Çok büyük evler. Bacalar tütüyor bazılarında. Kim bilir ne tıkırdıyor sobanın üzerinde, ya da ekmek mi pişiyor acaba? Bambaşka bir boyutta, daha ağır ilerleyen bir zaman dilimi içinde insan kendini Tolkien’in ‘Orta Dünya’sında Shire’da hissediyor. Manzara o manzara, yeşil o yeşil, huzur o huzur, sükunet o sükunet, tepeler o tepeler.... Açık havada , üst bagajda yolculuk edenlerin seslerinden anladığımız kadarı ile pek bir keyif alıyorlar. Ekibin yarısı aracın üstünde, yarısı içeride tangır tungur ilerliyoruz tek tük evlerin arasında. Evlerin ön kısmında bahçeleri var. Her bahçe alçak tel çitlerle çevrili. Yer yer meyve ağaçları. Göz kirası almadan olur mu? Her birinden nasibimizi alıyoruz. Minibüsün tepesindekiler bizi de unutmuyor:) Bu durumlardan birinde toplarken ve de yerken basılıyoruz :D

Doğal meyvelerimizi de yiyerek aracımızla yola devam. Nihayetinde tabana kuvvet yürüyüşe geçeceğimiz noktaya gelip sırt çantamız ve ihtiyaç duyduklarımızla araçtan iniyoruz. Unutmadan söyleyeyim; biz yağmur yağacak diye beklerken o gün koruma faktörlü güneş kremini sürmeyenlerimiz ya da sürülmeyen noktalarımız plaj yanığı kalitesinde yandı!

Uzun ve tempolu bir doğa yürüşünün ilk mola noktası Pınarlı Köyü Yaylası, Balıklı Göl oldu. Burası bir halk piknik alanı. Ama sadece bir masa dolu. Herhalde hafta içi olduğundan. Az soluklandıktan sonra devam. Rehberimiz sevgili Osman, kulakları çınlasın, hiç 10 dakikayı geçirmedi. Buz gibi su akan bir hayrattan su içtik, boşalan şişelerimizi doldurduk. Suyumuz bitti derdi olmuyor, içip içip sık rastlanan bir akan su kaynağında doldurabiliyorsunuz. Üstelik tadı da değişik değil.

Artık bakir bir ormanlık alan içindeyiz. Bir yürüyüş patikası var. Kenar yamaçlarda kırmızı minik bitkiler dikkatimi çekiyor, yaklaşınca farkediyorum ki dağ çilekleri! Daha ağzıma yaklaştırırken kokusu geliyor burnuma, ağzımda nasıl bir rayiha bırakıyor... anlatamam...yemeniz lazım!

Biraz daha ilerledikçe uzaktan artık bir köy gördük. Nihayet yemek vakti. Tabii burası bir yayla köyü; Velat Yaylası. 2200 metrede. Yine ferah ferah serpilmiş büyücek ahşap evler. Lüksten yoksun ama fonksiyonel. Burada komşuluk ne güzel olsa gerek....Araçtan indiğimizde bekleşirken bir teyze de sundurmada oturuyor. E, alışmışlardır herhalde gelen giden gruplara. İçeride yeni sağılmış süt kaynatıyormuş. İsteyene ikram etti.

Ne mi yiyeceğiz bu yayla köyünde? Minibüsün arkasından çıkıyor domates, helva, kaşar peyniri, meyve suyu ve bir önceki gün yolda mola yerinde Osman’ın aldığı erik. Sağolsun Fiko haber etmiş, köyde, bu süt ikram edilen evde, kocaman kuzine ekmeği hazırlanmış. Sıcak, tazecik, yumuşacık....nefisti nefis....Bir bayıra yayıldık. Ve taze ekmekle yapılmış sandviçlerimizi mideye indirdik. İyi bir mola oldu.Sonra Fiko aracı ile devam ediyor; biz tabana kuvvete devam. İlerilerde bir mevkide buluşulacak.

Sırtımızı Gürcistan sınırına vererek yaylanın en düz halinde ilerliyoruz. Nispeten düzlük bir yükseltideyiz. Burada sanki üst üste yığılmış kayalardan olma bir kale gibi yapı var. Ama ne mecalim kalıyor çıkmaya ne de ona vakit var. Yine de çıkanlar olmadı değil. Evvel zaman içinde Ermeni halkın tarlalarının olduğu hafif engebeli ama alabildiğine geniş bir meradan geçiyoruz. Aşağı doğru indikçe ormanlar başlıyor. Günlük güneşlik girdiğimiz ormanda ilerlerken kendimizi sis bastırmış bir ormanda buluyoruz.Hava sıcaklığı birden değişiyor.

Osman ile Fiko’nun anlaştığı rotanın dışında bir rota izleyince (telefonlar da çekmeyip haberleşilemeyince) aracımızla bir türlü buluşamıyoruz. Yol o kadar uzuyor o kadar uzuyor ki gerçek mi hayal mi yaşıyoruz birbirine giriyor. Artık umudu kestiğimiz bir anda aracı görüyoruz. Bu ilk günün en yorucu gün olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz....Osman bizi daha ne maceralara sokacak...

Son derece yorulmuş bir vaziyette- buna rağmen tayfanın bir kısmı aracın üstünde gitmeyi tercih ederekten- bu akşamı geçireceğimiz pansiyona doğru yol almaya başlıyoruz. Bu yol üzerinde, adını maalesef kaydetmemiş olduğum, şahane bir kanyon var. Kısa bir fotoğraf molası vermeden durulur mu? ...

Sanıyorum yorgunluktan, pansiyona varmak üzere ne kadar yol gittik anımsamıyorum. Giderken bildiğimiz bir şey vardı ve insanlar merakla bekliyorlardı....Bu akşamı geçireceğimiz yer bir pansiyon (Mısırlı Pansiyon) olarak geçse bile geniş bir aile evi idi ve oda sayısı kısıtlı olduğundan odalarda gruplaşarak kalınacaktı. Birer adet banyo ve tuvalet (baylar ve bayanlara ayrı olmak üzere) ortak kullanılacaktı. Bu düşünce atmosferinde köye vardık. Araçtan indiğimizde - Karadeniz’de benim pek denk gelmediğim ölçüde- bir hayvan tersi kokusu hakimdi havaya ve de sızan suları. Bu ilk izlenim bazı arkadaşlar açısından pek memnun edici olmadı. Eve girdiğimizde Osman oda büyüklüklerine göre grubu bölerek yerleştirdi. Bizim tayfa 4 kız 3 erkek iki odaya ayrıldık. Ayrıldık ayrılmasına da banyo/ tuvalet bir sorun oldu tabii. Ama bir şekilde orada konaklamak zorunda olduğumuzdan bir süre sonra her şey kabullenildi.

Burası ahşaptan iki katlı bir ev. Alt katta bir oda, taş bir banyo, küçük bir tuvalet, mutfak ve salondan oluşuyor. Üst katta ise yanlış hatırlamıyorsam 5 ya da 6 oda, geniş bir sahanlık, bir banyo & tuvalet ve iki balkon var. İçinde yaşanılan bir ev olduğundan ve de her yer halı/ kilim olduğundan ayakkabılar dışarıda çıkartılıyor. Geceleri can sıkıntısı olmasın diye gelen misafir bayanlara geleneksel olarak evlilik ve nişan törenlerinde giyilen kıyafetler giydiriliyor. Evi, henüz emekleyen bir oğlu olan –Ahmet- bir hanım çekip çeviriyor. Kayınvalidesi ve sanıyorum yetişkin oğulları - kardeşleri de olabilir- var.

Akşam yemeğine iniyoruz. Yine geleneksel bir usulde kocamaaan bir masa etrafında toplanıyoruz. Sığmayan 4 kişimiz yanımızdaki masada. Bu hanımın yaptığı yemekleri yedik. Menüde tarhana çorbası, taze fasülye, pilav, misket köfte ve yoğurt var.

Yemekten sonra herkes yukarıda toplandı. Bir süre durum değerlendirmesi yapıldı, sohbet edildi. Bir kısım bayan bu gelinlik, nişanlık denemelerini yaparken bizim tayfanın beyleri ve nihayet buldukları “dördüncü eleman” Canan “King” döndürmeye koyuldular.