Son gün...Vouni, Soli, Lefkoşa...
Karaoğlanoğlu Mevkiindeki otelimizden 6.45’te yola çıktık. Güzelyurt üzerinden Vouni ve Soli’yi görüp Lefkoşa’ya geçeceğiz. Lapta istikametine gidiyoruz. Yolda, gelmeden önce hazırlık yaparken araştırmalarıma takılan bir kaç yeri görüyorum. Not etmiştim, alternatif otel, yeme –içme mekanı ,vs.vs.
Karaoğlanoğlu mevkiinden Lapta’ya 5 dakikada varılıyor. Çok şirin, dağların eteklerinde bir yerleşim. Yol boyunca villaların ardında tepede kurulu olan esas köy uzaktan güzel görünüyor. Uğramak istesek de planda yok; yolcu yolunda gerek...
Geçitköy’e 20 dakikada geldik. Geçtiğimiz hafta yağan yağmurlardan sonra güneşi görmesinin ardından dağ– tepe, yol kenarları taze çimler çıkarmış. Güzelyurt yolu ağaçlar içinden geçiyor. Genelde tepeler çam, düzlükler harnup ağaçları ile kaplı. Bu yol üzerinde pek çok avcı gördük. Ani bir kararla sabahın yedisinde yol üzerinde gördüğümüz Mavi Köşk’ün sapağından giriyoruz içeri. Ancak o da ne? Silah kaçakçısının köşkü bir kışlanın içinde. Köşkü gezi programına almadığımızdan olsa gerek bu detayı hiç hatırlamıyordum. Hoş, bilsem de saatin yedisinde açılmayacağından dert de değildi hani. En azından dışarıdan görürüz diye düşünmüştük. Okuduklarım da yetti gerçi. http://www.kibristatatile.com/kibris-tatili/gormeden-donmeyin/guzelyurt/mavi-kosk/
Pazartesi günleri bakım için kapalı olan köşk Salı- Pazar günleri 09:00-16:00 arası ziyarete açıkmış. Bu bilgiler değişebilir tabii, kontrol etmek gerek.
7.20’de Kalkanlı’dan geçiyoruz. 3000 yaşında olup hala meyve verdiği söylenen zeytin ağaçlarının izine düşmeyi bir zeytin tutkunu olduğumdan nasıl isterdim bilseniz...ancak nerede olduklarını soracak kimse bulabileceğimi sanmıyorum, Pazar’ın bu saatinde. Kalkanlı Kıbrıs’ın zeytinliğiymiş. Gerçi yol üzerinde zeytinden çok portakal bahçesi gördük ya, köyün içi değildi neticede. Güzelyurt’tan sonra Yeşilyurt’tayız. Sabahın sekizinde gördüğüm üçüncü Afrikalı.
VOUNİ
8.21’de Vouni’deyiz; bugün göreceğimiz en batı uç. Anayoldan saptıktan sonra tırmanan ve ilk iki üç dakikası düzgün olan yol burada da tek arabalık daracık bir yol; cep derseniz, yarım saatlik yol boyunca bir tane var, o da takriben tam orta süresinde; diğer yanı çukur; uçar gidersin. Düzgün ama yer yer yukarılardan yuvarlanmış iri taşlar var yol üzerinde. Dualarla çıktım sabah olmasına rağmen.
Vouni Sarayı, Pers yanlısı bir kral olan Doxandros tarafından M.Ö. 5. yüzyılda yaptırılmış. Yaptırılma sebebinin, Yunan lehtarı komşu Soli halkını gözetim altında tutmak olarak yazmış tarih. Ancak bu işe yaramamış; Soli halkı sarayı işgal etmiş, kendilerine göre değiştirmişler ve en güzel noktaya Athena Tapınağı’nı kondurmuşlar. Persler tekrar güç kazanınca Soli M.Ö. 380 de sarayı yakıp yıkmış. 137 odası olduğu söylenen bu saray kalıntısından en etkilendiğim nokta denize tepeden bakan banyo odaları. Kazılarda toprak kap kacak, altın ve gümüş bilezikler, süslü gümüş kadehler, para ve mühürler bulunmuş.
Vouni-Soli arası 10 dakikalık bir yol. Biz en uçtakine gittik önce, Vouni’ye. Sonra dönüş yolumuz üzerinde olan Soli’ye geldik. Soli’ye varmak için araba ile tepe tırmanılmıyor. Nispeten yol seviyesinde.
SOLİ
Soli vaktiyle bugün gördüğümüz sınırlarla sınırlı değilmiş. Bakır çıkan Torodos dağlarınının kuzey eteklerini de içine alan bölge tamamen Soloi (Soli) olarak biliniyor. Bu yüzden limanından bakır ticareti yapıldığı biliniyor. Daha da geçmişi M.Ö. 700 yıllarına dayanıyor. Asur kayıtlarında kendisine vergi ödeyen şehirler arasında geçiyor adı. En güzel zamanlarını Roma döneminde yaşıyor kent.
Tiyatro elbette denize karşı. Asıl yapının dörtbin kişilik olduğu yazıyor tüm kaynaklarda. Ancak bugünkü restore edilmiş hali yarı kapasitesi kadar. Bu tiyatro halen kutlamalar ve kültürel faaliyetler için kullanılmaktaymış. Burada da sahne almaktan mutluluk duyuyorum. Tiyatronun hemen arka tarafında (ortaya çıkartılmamış) bir saray ve tapınak olduğu söyleniyor.
Tiyatronun aşağı tarafında, aslında kapıdan girer girmez dikkati çeken bir koruma alanında, 5. Yüzyıldan kalma bir Bizans Bazilikası ve buna ait çok iyi korunmuş, bu amaç için uluslararası fon bulunmuş yer mozaikleri var. Bazilikanın tüm taban mozaikleri olduğu gibi kalmış neredeyse. Bu bazilika Kuzey Kıbrıs’taki tüm eski yerleşim yerlerinin kaderi gibi yedinci yüzyılda Arap istilasında saldırıya uğramış. Kente ait hala gün ışığına çıkartılmamış bir agora ve nekropol varmış.
9.45’ te ayrıldık buradan. Gözümüz her an kahvaltı yapabileceğimiz hoş bir köşe arıyor. Ancak dilediğimiz bir yer bulamıyoruz. Gemikonağı- Lefkoşa karayolunun 16. km’sinde LEMAR görüyoruz. Kahvaltımız yine buradan; hellimli sandviç, sıkma portakal ve mandalina suyu. Lakin kısa sürede anladık ki meyve suları sıkma değil!Velhasıl, kahvaltımızı arabada yaparak zaman kazandık. İstikamet doğrudan Lefkoşa.
LEFKOŞA
İlk durak eski merkez. Günlerden Pazar olduğu için her yerin kapalı olduğunu öğrenmek bizi dağıttı. İnsanda iştah bırakmayan bir şehir silueti ve ruhun hakim olduğu bu karanlık şehirde tur attıkça içim burkuldu. O ana kadar Kuzey Kıbrıs’ta gezdiğimiz her yer gibi tarihi milattan öncesine dayanan bu şehri bu kadar ağır ruhlu yapan neydi peki?... Tüm adanın omuzlarındaki yükü mü? Yılların bölünmüşlüğü mü? Hep göz önünde olmak ama gözde olamamak mı? ...Yakılmış her ağıdı, salıverilmiş her çığlığı yankı yankı duyar gibi oluyor kulaklarınız.
Milattan önce yedinci yüzyılda Asur belgelerinde Ledra adı ile anılan yerin Lefkoşa’nın temelleri olduğu sanılıyor. M.Ö. 300 yıllarında Makedon kökenli Mısır hanedanından Ptolemy I. Soter’in oğlu Lefkos kenti yeniden inşa ettirip adını vermiş. Nicosia adının da 1192 yılında Tapınak Şövalyelerine başkaldıran yer halkı tarafından kullanıldığı kabul edilmiş.* Bu isim hikayelerini çok sevdim. KTHY Havayolları dergisinden alıntıdır. (Kasım 2009/62)
Bu şehir de pek tabii eski surlarla çevrili. Venedikliler , Lüsinyanların yaptıkları duvarların üzerine ya da yerine daha iyisini yapmayı denemişler. Bunun için özel mühendis bile getirtmişler. 1567 de biten bu duvar inşaatından bugüne kalan 3 kapı kalmış; biz kentin kuzeyindeki ( ancak hala kentin merkezindeki) Girne Kapısını gördük ( Porto del Proveditore). Bu duvarlar aynı zamanda gezilip görülebilecek eski şehir merkezindeki yerleri de çevreliyor. Güneye doğru devam ederseniz illa ki yeşil hatta varırsınız. Yani tel örgüler ardından öbür yanını izleyen garip şehir...İşte tam bu eski merkezin oldu noktada karşı tarafa geçmek üzere bir pasaport noktası var.
Dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyoruz. Açık bir yer buluruz ümidi ile geziyoruz. Nafile..Sadece, kilisesilerden çevrilme Haydarpaşa ve Selimiye Camiileri ile Arabahmet Camiini görebiliyoruz.
Duvar boyu yürüyerek Ledra Palas’la karşı karşıya geldik. Vaktiyle kentin en lüks oteliyken şimdi ara bölge diye tabir edilen yerde Birleşmiş Milletler askerlerine hizmet veren bir bina olarak kullanılıyor. O da teller arkasında. Hemen üzerinde yürüdüğümüz yolun kenarına dizilmiş evlerin hali şehrin doğu tarafında gördüklerimize göre daha iyi olmakla birlikte yine de pek nahoş. Üflesen yıkılacak gibiler. Bir kısmı nitekim yıkılmış da.
Her yer ülkemin seksenli yıllardan kalma görüntüsü gibi. Her şey emanet gibi, sanki her an yok olacakmış ya da taşınıp gidecekmiş gibi.
Çok büyük bir hayalkırıklığı. Karmakarışık bir halk. Turistik bir ortamda olmaması gereken görüntüler. ‘Girmeye korkarsın’ türünden sokaklar..Bir terkedilmiş ya da kaderine terkedilmişlik...Bilemedim....
Ve Barbarlık Müzesi. Belki de Lefkoşa’nın üzerindeki ağır ruh burada bir anlam kazanıyordu. 1963 Kanlı Noel’inin ayakta duran şahidi, Binbaşı Nihat İlhan’ın müze haline getirilmiş, tek katlı , bahçeli evi. Görmeden dönülmemesi gereken bir ibret abidesi....