kuzey kIbrIs


Kıbrıs’ın doğudaki yalnız ucu; Karpaz Yarımadası...Kantara Kalesi üzerinden Dipkarpaz, İskele, Boğaz...Bir “off the beaten track” hikayesi ;-)

6.11.2009 Karpaz Yarımadası, Kantara Kalesi, Dipkarpaz, İskele, Boğaz

Bu günün nesi zordu diye sorarsanız Dipkarpaz’a ulaşımı derim. Bir, gittiğimiz yolun niteliği açısından, iki uzak olması açısından. 

Bu bölgeye gidiş için 2 seçenek var; ya sahil boyu 2.sınıf ve yol inşaatı öylece bırakılmış bağlantı ve dağ yollarını kullanarak, ya da Lefkoşa, Geçitkale üzerinden İskele’ye kadar giden 1. Sınıf yolu kullanarak. 

Biz, hem biraz ferahlık olur, hem insanların ve yerleşim birimlerinin içinden geçeriz diyerek sahilden gitme kararı aldık. Ama pek rahat olmadı doğrusu. Yol uzun, gün kısa diyerek Alsancak’taki otelimizden sabah 6.45’te yola koyulduk. Bu maceralı patikayı takip etmek isteyebilecekler olabilir düşüncesi ile fikir vermek açısından 7.40’ta Esentepe’ye sakin bir sürüş ile vardığımızı belirteyim. Yol buraya kadar iyi ve gidiş-geliş olmasına rağmen trafik o saatte bomboş olduğundan rahat. Ama bu, yolun bundan sonraki kısmı için kesinlikle bir ölçüt olarak alınmamalı, çünkü ne zaman işaretsiz bir yola saparak çıkmaza girdiğinizi bilemezsiniz. Ayrıca dağ yolları biraz zaman kaybettirici. Esentepe, aynı güzergahtan Kantara Kalesi yolunun yarısı denilebilir (tırmanış hariç). 

Bu yol üzerinde kapanmış köylerin yıkık evlerini gördük. Hüzün akıyor tabii. Kuzey Kıbrıs’ı gezerken bir yanınız coşarken, bir yanınız boynu bükük kalıyor.

Dikkat çekici bir diğer husus da İstanbul’daki inşaat sayısı ile yarışabilecek nitelikte villa inşaatı olması. Kafanızı çevirdiğiniz her yer bir şantiye alanı gibi. Bu sahil boyu seyahatimiz süresince lüks villa ilanlarından bol bir şey görmedik. Hemen hepsi İngilizce isimli şirketlerin İngiliz’lere yönelik İngilizce emlak tabelaları: Henry Charles Estates, Carrington “Sunset Valley”. Kimisi pazarlığa açık; “Construction Bargain from Developer”...:) Velhasıl, her büyüklükte, tepede, deniz kıyısında, yol kenarında çeşitli ebat ve fiyat aralıklarında villalar gördük tabii. Süper lüks olanları 49.000 £ dan başlayan fiyatlarla. Girne –Çatalköy arasında küçük bahçeli ama gösterişli dubleksler var. Sadece bu villa inşaatları ile açılmış yerleşimler var. Türkiye kıyılarında ve sayfiyelerindeki betonlaşmanın aynısını gördük. İçim burkuldu; buradan yetkililere sesleniyorum; yapmayın bu katliamı. 

Yol bir noktada Tatlısu- Kantara diye ikiye ayrılıyor. 10 dakika sonra Kantara’ya bozuk bir yolu olan bir köyden geçilerek varılıyor. 5 dakika bu tek arabalık bozuk yoldan gidince yeni yapılmakta olan, sanırım yakında açılacak olan, bir ana yola bağlanıyor. 

Her yerde harnup ağacı...bu iklimin tipik bitkisi...Ne kadar da çok...Zeytini söylemiyorum bile! 

Tam 2 dakika sonra yol ikiye ayrılıyor...Ama bilin bakalım...Tabela yok! Bahadır sezgilerine göre bir seçim yapıyor. Bilin bakalım...yine doğru yolu seçiyor.:) Bu yol da 5 dakika boyunca “ bozuk satıh”. :)

İkimiz de kahvaltıya alışkın bünyeleriz; dolayısı ile artık açlığın tavan yaptığı saatlerimizdeyiz. Kahvaltı yapmak için yolda çok yer bakındık; yollardan ayrılıp yerleşimlere bile girdik; ancak hey hat, in cin top oynuyor! Denize burun yapmış bir kara uzantısı üzerine kondurulmuş Tatlısu Belediye Dinlenme Tesisleri'ni görüyor ve şansımızı denemek istiyoruz. Burası 5-10 bungalow ve bir kafeteryadan oluşan küçük bir kompleks. Saat 08.12 ve günlerden Cuma. Kafeteryada geceyi geçirmiş bekçi diyor ki, “arkadaşlar yarım saate gelir”. Biz Türk’üz gardaş, biliyik herhal o yarım saat kaç saat olur kim bilir. Tut ki geldi, bir yarım saat de çay demlenecek... Neyse, kaybedecek vakit yok; yola devam...Fakat aklım kaldı, o manzarada, o saatte kuru tost ve çay bile olsa kahvaltı yapılırdı yani...

Bir süre sonra yol üçe ayrılıyor. (Biliyorum, yoruldunuz...Bir de yolda gittiğinizi düşünün..Aç karnına , bozuk satıh.....) Bu ayrımların birine taş yığılmış, kapalı. Diğer ikisi birbirinden beter! Bilin bakalım...Yine tabela yok...) Soldan gideni seçiyoruz. Yol mıcırlı. Uzun bir süre sahile paralel gidiyoruz. Artık bir yerden tırmanmaya başlamak lazım diyoruz. 7-8 dakika sonra bir sapak çıkıyor karşımıza. Bu sefer sağı seçiyoruz. 5 dakika sonra Mersinlik Köyü tabelasını okuyoruz. Yol tek arabalık ve bozuk, ama manzara olağanüstü. Tıpkı Toroslar’ın tırmanışı ve iniş çıkışları gibi...çamlar, virajlar ve.....Akdeniz!

8.33 itibarıyla köy yolu Mağusa, İskele tarafından gelen 1. Sınıf ana yol ile nihayet bağlanıyor. Kaymak gibi bir yoldan devam ediyoruz tırmanmaya. Manzara şahane! 2 dakika mola veriyoruz; ciğerlerimize temiz hava çekmek için. Tüm Meserya Ovası ayaklar altında. Beşparmak’ın doruklarındayız artık. Hoş Kantara 700 mt’de. Daha tırmanacağız ama yine de tepeden bir bakış iyi geldi.

Az daha devam edince yolların kesişimi bizi kendiliğinden Kantara Köyü’ne getirdi; henüz 560 mt.’deyiz. Tam köy merkezinde, bu yolların kesiştiği noktada Kantara Restaurant’ı gördük. Bir bey bahçedeki masaları düzenliyordu. Kahvaltı alıp alamayacağımızı sorduk. Aldığımız yanıttan aslında pek yapmadıkları bir şey istemişiz gibi geldi bize. Önce yok demişlerdi. Bir şeyler hazırlayalım dediler. Bahçedeki güneş gören bir masa seçip oturup beklemeye başladık. Etraftaki ufak tefek tamirat kaynaklı tıkırtıları duymazsak şu saat itibariyle kuş cıvıltısı ve çam iğnelerinin hafif esen rüzgarda çıkardığı uğultudan başka bir ses yok. O kadar gürültülü bir şehirde yaşıyoruz ki inanın burada anlattığım sessizliği hayal etmeniz çok zor. Bunu deneyimlemek için öyle bir ortamda olmanız ve farkı “duymanız” lazım. Sessizlik ne demek o zaman anlarsınız.

Sonra bir baktık, bildiğiniz kahvaltı geldi! Saat 09.00’da omlet, domates, salatalık, kutuda tereyağı, reçel, kişnişte bekletilmiş çakıstezden oluşan, ve artık o gün için aslında bulmaktan umudumuzu kestiğimiz, enfes kahvaltı bizi kendimize getirdi. Ancak, poşet çay ile... Bulduk da buluyoruz değil mi? :) Açlıktan kıvranan ben değildim sanki...İnsanoğlu çiğ süt emmiş işte:D Öğrendik ki, ilk gece akşam yemeğini yediğimiz restaurantta da demleme çay olmamasının sebebi, hani bizim bazı restaurantlarımzın tercih ettiği gibi, poşet çayı tercih etmelerinden değil de demleme çay alışkanlığı olmayışındanmış.:)

KANTARA KALESİ

Kantara Kalesi’ne Kantara Köyü’nden dar ama asfaltı iyi bir yoldan 10 dakikada çıkılıyor. Araba bilet gişesinin de bulunduğu otoparka bırakılıp yavaş yavaş 3-4 dakika tırmanılıyor. Basamak taşları takip ederseniz problem yok. Muhteşem bir manzara. Kıbrıs’ta başımın göğe erdiği ilk yer burası. Bilet 1 kişi 2 Tl. Tam bir saatte geziliyor- tabii yarım saat oturup keyif çatmazsanız. Gişe ve kale 09.00’da açılıyor. Yeri gelmişken bazı uyarılar yapalım; 7-10 yaş altı çocukla gitmek için fazla tehlikeli; altı kaymayan, bastığı yeri sıkı tutacak bir ayakkabı gerektiriyor; rüzgara karşı önleminizi alın; saçınıza toka mı olur, bandana mı olur, boynunuza atkı, fular mı olur, sırtınıza hırka mı mont mu olur, siz karar verin mevsime göre.. 

Beşparmak Dağ sırasının kayalık bir tepesine kurulmuş kalenin 10 yy’da düşman saldırılarını önceden görmek ve merkezlere bildirmek üzere gözetleme amacı ile yapıldığı düşünülüyor. 

 

Bununla birlikte yenilgiye uğramış kralların memleketlerinden kaçıp sığındıkları bir yer de olmuş. 13. Yy’da da elden geçmiş olmakla birlikte günümüze kalan kısımların pek çoğunun 14.yyda elden geçirilmesi sebebi ile ayakta kalabildiği tespit edillmiş. Kale 1525 yılına kadar kullanılmış, ancak denizden uzak olması sebebi ile savunmasını anlamlı bulmayarak Venedikliler artık kullanmaktan vazgeçmişler. Adı, kaynaklarda , köprü, kemer anlamına gelen Arapça kökenli “quantara” kelimesinden geldiğine işaret etmiş. 

Kantara Kalesi Kuzey Kıbrıs’taki ortaçağ kale üçlemesinden en doğuda olanı. Diğerlerine göre en güzel özellikleri ise güneyden Meserya Ovası, güneydoğudan Gazi Mağusa körfezini , kuzeyden de Mersin kıyılarını görebiliyor olması. Görüş açısı o kadar iyi ki, yukarıda bahsettiğim kale üçlemesinden nispeten ortada olan Buffavento Kalesi ile haberleşme de yapabiliyormuş. Konumunun, o zaman için lojistikliğine, günümüz turistleri için estetikliğine bakar mısınız?  

Kantara’nın güzelliğinden ayrılmak zor, ancak hızlı hareket etmemiz gerekiyor. İstikamet, İskele üzerinden Dipkarpaz. 

Kantara’dan İskele’ye inmek nispeten rahat, zira buradan kullanılan yol daha temiz, asfaltlı ve ağırlıklı olarak kullanılan yol olduğundan ana noktalara tabela koymuşlar. Henüz İskele merkeze gelmeden bir ara mahallede bir market görüyoruz; su ve meyve almak üzere mola. Tam mevsimi; yeşilli turunculu, yaprağı dalında mandalinalar olağanüstü; tüm tezgahı almak istiyorum çünkü açıkhavadaki tezgahın etrafı mandalina kokuyor yahu. Koyacak dolap olmadığından bozulurlar diye on adet aldığım mandalinaların 6 sını Dipkarpaz’a varana dek götürüyoruz. Kabuklarını soyarken ellerim kabuğun suyundan sırılsıklam oluyor. Biz de İstanbul’da mandalina yiyoruz sanıyoruz kendimiz. Bir yerden bıçak temin edip portakal alıp denemeyi düşünüyorum. Mandalina böyleyse... 

İskele- Boğaz arası ve Boğaz mevkiinde çok güzel villalar var. Azıcık bizim Boğaziçi’nin bazı mahallelerini andırıyor. Aslında burada balık yenmesini öneriyorlar, fakat saat henüz o saat değil. Denk getiremedik bir türlü. Geçip gidiyoruz. 

DİPKARPAZ

Ve Dipkarpaz. Söylendiği gibi en az bakımlı, en merkezin elini eteğini çektiği bir yer. Mevsimden ( ölü sezondan) diyeceğim ama virane binalar buranın yıl boyu böyle olduğunu doğrular nitelikte.

Dipkarpaz bir milli parka sahip; yabani Kıbrıs eşeklerinin koruma alanı bu bölge içinde kalıyor. Burası aynı zamanda Caretta Carettalar’a ev sahipliği de yapan altın kumsalın bitip denizin dev kayalarla buluştuğu, yarımadanın, ziyaretçilerini Kıbrıs’ın son noktası Zafer Burnu’na götüren kısmının başladığı nokta. Yol asfalt ama son derece konforsuz. Yağmurla dağılan asfaltlar vardır ya, öyle bir hikaye işte. 

Bir eşeği yakından yakalayıp fotoğraf çekmek istiyorum. Fakat hayvan gerçekten yabani. Uzaktan farkedince beni, güya çaktırmadan gerisin geri uzaklaşmaya başladı.  

ANDREAS MANASTIRI

Terkedilmişliğin bu kadarı...Denizle burun buruna, deli gibi bir rüzgar. Bomboş sokaktan Andreas Manastırı'na geliyoruz önce. Saat 13:00. Önden bakıldığında tek katlı binanın yan tarafında kapı. Denize doğru kot farkı olmuş. Arkaya doğru iki katlı oluyor bir anda. Ön tarafta bir güvenlik görevlisi oturmuş, gazetesini okurken sonbahar güneşinin son demlerinin keyfini çıkartıyor. Kapılar kapalı diye yokluyoruz. Papaz şimdi açar, diyor. 

Bizden kısa süre önce gelmiş 3 kişi ve bir çocuktan oluşan yabancı bir turist grubu da kapıların açılmasını bekliyor. Papaz üzerinde siyah kıyafeti, elinde bir poşet ile manastır odaları tarafından görünüyor. Yolunu gözleyen ondan fazla kedi etrafını sarıyor adeta. Bir başka odaya geçip onları besliyor diye anlıyoruz.

Dalgalar bu eski binanın balkonunu yalıyor adeta. Beride olmamıza rağmen rüzgar, dalga zerrecikleri ile karşılıyor bizi. Arka planda üzerinde sanırım güneşten korunmak amaçlı bir dizi hediyelik eşya satış standı var. Ancak ikisi hariç hepsi kapalı. Beklerken göz geçiriyorum, ama hiç bir şey cazip gelmiyor. 

Papaz herhangi biri ilişki veya iletişim isteğinden son derece yoksun ve kayıtsız, rahatsız edilmişcesine kapıları açıyor. Çok küçük bir kilisesi var. 5 dakika içinde çıkıp önceki hazırlık notlarımdan faydalanıp önerilmiş olanlardan Seabird Restaurant tabelalarını takibe koyuluyoruz. Öğleni devirdik nihayetinde. Manastırdan daha ilerideymiş. Gittikçe bozulan satıhtan ulaştık. Bu yolun bittiği yerde gidip de balık yemeyi planlamış olduğumuz restaurant. Ancak o da ne, kapalı! Hevesimiz kursağımızda, karnımızda ziller çalar. 

Buraya kadar gelmişken şimdiye kadar sadece haritalarda görmüş olduğumuz Kıbrıs’ın o en doğu sivri ucunu görmek konusunda ısrarımı görünce Bahadır sağolsun son derece berbat yola rağmen beni kırmadı. 

Tamamen toprak ve yumruk kadar iri taşlı yol ile Zafer Burnu’na doğru tam 5 km.lik yola koyulduk. Yolu beşikte gibi giderek tam ortasına geliyorsunuz ve yolu tamamen kapatan bir çukur oluştuğunu ve bir kaç gün önce yağan sıkı yağmurdan sonra bunun gölet olduğunu anlıyorsunuz. Ama su +çamur işbirliğinden oluşan bir gölet. Devam etmekle geri dönmek arasında gidip geldiğimiz 2 dakikalık bir birbirine bakma süreci geçirdik. Yani suya girme riskini almalı mı diye. Sonra çıkıp tıpkı filmlerde olan numarayı denedim: Elime uzunca bir çırpı alarak suyun yaklaşık derinliğini görmeyi .:) . Tabii, çapı geniş olduğundan orta derinliği uzanabileceğim en uç noktada görebildim. Kaptan şöförümüz pek sakıncalı olmayacağı konusunda karar beyan edince bu bitmek bilmez 5 km’nin devamını getirdik. Tabii başka göletleri de aşarak! Kuzey Kıbrıs’ın her yerinde istisnasız bir şekilde yan yana dalgalanan dev boyutlardaki Türk ve KKTC bayraklarına en gönülden sevgilerimi saçıp selam durarak biraz zaman geçirip, alternatifi olmayan o 5 km’lik tarla yolundan geri dönüşe geçtik. 

Zaman hızla akıyor. Gelirken aynı yolda farketmediğim bir şey dikkatimi çekiyor. Bu yol boyunca zeytin ağaçlarının dalları yuvarlak, budanmışçasına. 

Yol bitmez ancak biz açız haliyle. Bu bölgeden ayrılmadan bir balık yemek konusunda ısrarlıyız. Pek çok yerde tabelalar var; Hasan’s bunlardan bize en yakını; altın kumsala doğru sapmak gerekiyor. Aynı toprak yol. Açık olduğundan emin olamadığımızdan yola devam etmeye karar veriyoruz. Yol boyunca bize yol kenarında eşlik eden makiler ve zeytin ağaçları arasında nefis hellim peynirinin “süt annesi” olan keçileri görüyoruz. 

Bu bölgeden kopup ana yola çıkınca göreceğimiz ve gözümüzün tuttuğu ilk restauranta dalacağız artık. Saat 15:00’i devirmişiz. Yeni Erenköy mevkiinde, deniz kenarında Alevkayalı adlı bir yol üzeri lokantasına giriyoruz. Bahadır şeftali kebabı istiyor. İlk gecemizde yemiştik, ama o kadar çok çeşidi birden yemiştik ki nasıl bir şey olduğunu anlamamaış bile.:) Bana biraz ağır geldi. Ben balık tercih ettim. Masaya minik meze tabakları gelmeye başladı. Bir yerlerde okumuştum; burada adetmiş diye. Onu sordum garsona, gerçek mi diye. Pek çok yerde varmış o uygulama. Burada da vardı ama 4 tabak falan geldi öyle. Çok özellikli şeyler değildi. Hatta birisi turşu idi. Artık kanıksadığımız üzere burada da demleme çay yoktu. Halis Cön Kıbrıs kahvesi aldık. 

Bu yemeğimiz hafif akşam yemeğine kaydığı için artık bu akşamı es geçiyoruz.

Dönüşümüzü Lefkoşa üzerinden yapıyoruz. 

Otele gitmeden ertesi günkü kullanım için bir miktar günlük mandalina alalım diye Alsancak’taki Lemar markete uğruyoruz. Şarküteri reyonunda boş tavuklu sandviç tepsilerini görünce soruyorum; peynirli de var mı, diye. Akşamın bilmemkaçı olmuş, kalır mı sandviç. Şarküteri sorumlusu peynirli sandviçlerin sabah yapıldığını söylüyor. Marketin sabah 08.00’de açıldığını öğrendiğimizdeki sevincimi anlatamam.:)