Savaş Ustaları Asurlular
Bu av sahnesi gibi hareket dolu kabartmalar, sona ermiş bir yaşantının anılarını saklar.
Asurbanipal'in Ninova'daki sarayında, bir kentin ele geçirilişini ve yıkılışını gösteren alçak kabartma.
Asurluların Savaş Yöntemleri
Batı İran dağlarından Mısır'a kadar uzanan Asur imparatorluğu, egemenliğinin temelini korku ve dehşet üstüne kurmuştu. Cana kıymayı, kan dökmeyi savaş yöntemlerinin ana ilkesi sayarlardı. İsa'dan önce XII. yüzyılın sonlarında, Asur kralı Tiglatpileser, Kafkasya'nın güneyindeki Moskienlere karşı düzenlediği bir sefer sırasında bütün köyleri ve sarayları ateşe verdi, ölülerin boyunlarını vurdurdu; kentlerin çökmek üzere olan surları üstünde kafataslarıyle büyük bir taç yaptırdı. Ondan daha kan dökücü olan Asur-Nasirpal ise, İsa'dan önce IX. yüzyılda, düşmanlarını diri diri toprağa gömer ya da bağırta bağırta derilerini yüzdürürdü. Kentlerin sur duvarlarını bu zavallıların derileriyle kaplatır, bazen de savaş tutsaklarını surların dibinde kazığa vurdururdu. Oğlu Salmanasar da cana kıyıcılıkta ondan geri kalmadı: tarlalarla köyleri yakıp yıktı, insanları kazıklattı ve "kafataslarından piramitler" yaptırdı. M.Ö. VII. yüzyılın ortalarında tahta çıkan Tiglatpileser III. yakın çağlarda bile sürüp giden bir geleneğin öncüsü sayılır: bu kral, egemenliği altına aldığı ülkenin insanlarını çok uzak bölgelere sürdürürdü. Kral Nabukodonosor da Kudüs'teki Yahudilere aynı şeyi uyguladı ve hepsini tutsak edip Babil bölgesine sürdürdü. Sanherib (VII. yüzyıl), bütün bu korkunç işkencelere bir de organ kesme geleneğini ekledi: bu kral tutsakların bileklerini, İmparatorluğun son büyük hükümdarı Asurbanipal ise dudaklarını kestirirdi. Ağızlarına bir halka takılmış ya da boyunlarına kayış geçirilmiş tutsakları yerde sürüklemek de çok yaygın bir işkenceydi. Asurbanipal'a tutsak düşen Dunanu adında bir kral yenik Elam (Babil ülkesinin doğusunda) kralının uçurulmuş kafasını boynunda taşıyarak, Arbela'ya kadar yerde sürüklenmiş. Arbela'da kralın dilini koparıp derisini yüzmüşler. Sonra. yüzülmüş kralı bir koyun gibi kurban etmek üzere bu kez Ninova'ya kadar sürüklemişler. Kyaksares'in yönetimindeki Medler ve Babilliler tarafından kuşatılan Ninova'nın yakılarak bir kül yığını haline getirilişinin [İsa'dan önce 612) bütün Doğu halkları için bir çeşit kurtuluş olduğunu anlamak hiç de güç değil.
Louvre'a Gelen Sandıklar
1 temmuz 1856 günü, olayı gazetelerde okuyan kalabalık bir halk topluluğu, Paris'teki Louvre müzesinin önüne birikmişti, işçiler, Seine ırmağındaki büyük mavnalardan rıhtıma boşalttıkları koca koca sandıkları müze haline getirilmiş olan eski sarayın içine taşıyorlardı. Ambalajlanamayacak kadar büyük oldukları için öylece taşınan dev heykelleri görünce, rıhtımdaki kalabalığın gözleri faltaşı gibi açıldı: çenesinde uzun kıvırcık bir sakalı ve başının iki yanında boynuzları olan, tepesine yüksek bir taç oturtulmuş insan başlı, yarı boğa yarı aslan gövdeli garip-hayvan heykelleri indiriliyordu mavnalardan. Bu heykeller, deniz ve ırmak yoluyla taşınarak Doğu'nun uzak bir ülkesinden, ta Asur'dan gelmişti. Heykellerin yüklendiği büyük tekneler Fırat ırmağını geçerek denize açılmış, İran körfezinden Avrupa'ya ulaşıncaya dek bütün Afrika kıyılarını çepçevre dolaşmışlardı. Sonra Seine ırmağının yukarı kesimine doğru yol alıp, Napolyon III'ün en büyük arkeoloji ve doğubilimleri merkezi olmasını istediği Paris'e varmışlardı. Rıhtımdaki meraklılardan birkaçı sandıkları saydı: tam 26 sandık vardı; ama, Louvre'a ulaşmadan önce bu sandıklardaki sanat eserlerinin başına neler geldiğini hiç kimse düşünemezdi. Ne olursa olsun, en eski çağların içinden kopup gelen ve "taşlaşmış gözleriyle nice kuşakların gelip geçtiğini, nice saltanatların yıkıldığını gören" bu dev gibi taş heykellerin karşısında halkın duyduğu heyecan sonsuzdu.