Angkor, Ormandaki Tapınaklar

Tehditkâr çehreli tanrılar, dünyaların sahibi ve hâkimi. Hindu tanrısı Vişnu'ya adanan taştan âlem Angkor'u beklemeğe devam ediyorlar.

Çinhindi Çengelinde Bir Doğa Bilgini

1860 dolaylarında, Kamboçya'nın kuzey bölgeleri, Taylandlılar tarafından işgal edilmişti. Ama o sırada, o ulu Tonle Sap gölünün çevresini kaplayan bakir orman, vahşi hayvanlara ve böceklere terkedilmişti. Henri Monhot'yu bu bataklık ve her çeşit böceğin kaynaştığı bölgelerde dolaşmaya sürükleyen, bir doğa bilgini olmasıydı (bilgin, özellikle tropikal kelebekleri araştırıyordu). Oysa, 1860 yılının o şubat günü, bu bölgelerde boğucu bir sıcak vardı ve Manhot terler boşanan yüzünü silmek için ikide bir duruyordu. Arkasında, dostlarından bir misyoner yürüyor, onun da peşinden, daracık birer peştemal takınmış birkaç Kamboçyalı taşıyıcı geliyordu. Araştırmacılar günlerdir ilerliyordu. Battambang'dan gelip kıyıları hurma ve kapok ağaçlanyle çevrili Tonle Sap gölünü geçerek ormana, kuzeye doğru dalmışlardı. Monhot, bitki örtüsüne gömülmüş esrarengiz harabelerden söz edildiğini duymuştu ve bu anlatılanların doğruluğundan emin olmak istiyordu. Gerçekten de bu söylenti, öteden beri sürüp gidiyordu. Zira XVII. yüzyılın başında ve sonlarına doğru, bir Portekizli ve bir Fransız misyoneri, Onko adlı esrarengiz bir şehirden söz edildiğini duymuşlardı. Bununla birlikte, soğukkanlı ve metotlu bir kişi olan Monhot, Çinhindi ormanına, insanların bilmediği bir dünyayı keşfedebileceği düşüncesiyle bir heyecan duymayacak kadar alışmıştı. Oldukça şüpheciydi. Her şeyden önce kelebeklerini düşünüyordu. Ağaçlarda bağrışan maymun kalabalığı veya ormanın açıklık yerlerinde zaman zaman görünen fil sürüleri daha az ilgisini çekiyordu; yol üzerinde farkedilen kaplan izleri ona sadece ihtiyatlı olmayı hatırlatıyordu


Angkor kabartmaları üzerinde, genellikle tek ya da çift olarak danseden tanrıçalar, Apsaras'lar bulunur. Bu tasvirler, genç kadınların yaptığı kutsal danslardan esinleniyordu.

Muhteşem Çin Mezarları

Olay, 1860'a doğru, Kuzey Çin'in Ho-nan ilinde, Ngan-Yang yakınlarında başlar. Bir köylü, tarlasında, özenle cilalanmış ve üzerine şekiller kazınmış kemikler bulur. Bunları ejderha kemikleri sanır ve ilâç yapımında kullanan bir eczacıya satar. Ancak geçen yüzyılın sonunda doğru, bir Çinli bilgin, bu kemiklerden birini bir dükkânda bulur ve kazılı şekillerde, eski bir Çin yazısının işaretlerini keşfeder. İşaretler çok geçmeden tercüme edilir ve bunların, o zamana kadar efsanevî olarak düşünülen Çang sülâlesi krallarına Tanrı tarafından verilmiş cevaplar olduğu anlaşılır. Bununla birlikte, ancak 1928'le 1937 arasında bir Amerikan keşif heyeti, kemiklerin toplandığı yerin çevresinde kazılara girişir. Ngan-Yang arkeolojik bölgesinin M.Ö. aşağı yukarı 1380 ile 1110 arasında, Sarıırmak vadisinde hüküm süren bu Çang sülâlesinin başkenti olduğu ortaya çıkar. Çin'e bronz sanatını ve büyük bir kent uygarlığını sokanlar, Çang'lardır. Bu kazılar sırasında, Ur'dakilere benzer kral mezarları bulunur. İçlerinde en dikkate değer olanı, içine bir dehliz ve bir merdivenle girilen, kare biçiminde büyük bir kuyuyu andırır. Dehlizde ve ortasına bir mezar kuyusu oyulmuş olan kare biçimindeki salonda kral sülâlesinin kurban edilmiş kişilerinin kemikleri, düzenli bir şekilde yatmaktadır. Mezarın İçinde ise, yeşimtaşından yapılmış güzel eşyalar, heykelcikler ve özellikle, gerek biçimleri, gerek karmaşık ve zarif süslemeleriyle, klasik Çin sanatının bütün niteliklerini gözler önüne seren harikulade vazolar vardır. Diğer mezarların zengin eşyaları arasında, arabacıyla birlikte gömülen iki atın çektiği arabalar da yer alır.