Truva ve Mykenai Hazineleri

Delphoi Köyü

Schliemann'ın Truva'da kazdığı yer, kimsenin oturmadığı bomboş bir tepeydi. Fakat bu şans her arkeologa kısmet olmaz; örneğin Delphoi'deki gibi. Yunanistan'daki tapınakların en güzeli, kayalara oyulmuş bir amfiteatrın içindeki siitunlu revaklanyla Parnassos dağının eteklerinde yükseliyordu. Tapınaktan bakılınca, güneşin ışıklarıyla parıldayan Korinthos körfezi ve körfezin mavi sularına doğru alçalarak inen uçsuz bucaksız zeytin ağaçları görülüyordu. Ve bu güzel köşe, doğal olarak hemen arkeologların ilgisini çekti. Önce 1840'ta, genç ve ateşli bir Alman arkeologu, Otfried Müller, Delphoi'de kazılara girişti; ama ne yazık ki, daha işin başında güneş çarpmasından öldü. Ondan sonraki arkeologlar da tam istedikleri yerlerde kazı yapma olanağını bir türlü bulamadılar; çünkü, bu eski kehanet yerinin yıkıntıları üzerinde şimdi çıplak taş duvarlı ve tahta balkonlu eski evleriyle Kastri köyü uzanıyordu. 1862'de Fransız hükümeti ve Napoleon III, kazılara girişmek için araziyi kamulaştırma giderlerini üstlerine almayı teklif ettiler, fakat tasarının arkası gelmedi. 1891'de Fransa ile Yunanistan bir anlaşma imzaladılar; bu anlaşmaya göre, o zamanın parasıyla 500.000 franklık bir kredi açan Fransa, bölgede kazı yapma hakkını tekeline alıyordu. Böylece bin kadar ev ya da arazi, sahiplerinden alınıp boşaltıldı ve Kastri köyü daha batıda, İtea yolu üzerinde yeniden kuruldu. Bir yıl sonra başlayan ilk kazılar, köylülerin ayaklanarak şantiyeyi basması üzerine durduruldu; ordudan yardım istendi ve çalışmalar ancak ertesi yıl yeniden başlayabildi. "O" günden bu yana Apollon tapınağının tümü ortaya çıkarıldı ve Delphoi bütün Yunanistan'ın en iyi korunmuş, en ünlü arkeolojik yerlerinden biri haline geldi. Eskiden yoksul olan köylüler de zengin birer tüccar oldular.

Mykenai Mezarları

Aslında Truva, Homeros'un sözünü ettiği bütün kentleri bulup çıkarmak isteyen Schliemann için sadece bir aşamaydı. 1874'te, bu kez Yunanistan'daki Mykenai kentine el attı. II. binyılda bütün Yunanistan'ı egemenliğine alan bu kentin surlarından bazı bölümler, Argolis dağlarında hâlâ sapasağlam duruyordu. Sur duvarlarındaki taşlar öyle büyüktü ki, eski Yunanlılar bu surları mitolojideki tek gözlü devlerin, Kyklops'ların yaptığına inanırlardı. Bu sur yıkıntılarının yanında Eskiçağ insanlarının hazine odası sandıkları tonozlu yeraltı yapılarının yarıyarıya kapanmış girişleri bulunuyordu. Schliemann, çalışmaları sırasında bu"hazineleri" de toprak üstüne çıkardı ve Mykenai kentinin efsaneleşmiş kişilerine (Atreus, Klytaim-nestra, Aigisthos...) ait olduğu sanılan kral mezarlarından başka bir şey olmadıklarını gördü. Arkeolog, Argolis'teki bütün Mykenai araştırmaları boyunca, Eskiçağ'da yaşamış bir Yunan coğrafyacısının, Pausanias'ın anlatılarını kendine yol gösterici olarak seçmişti.

Bu yazar, Truva savaşı dönüşünde karısı Klytaimnestra ve yeğeni Aigisthos tarafından öldürülen Agamemnon ve arkadaşlarının mezarlarından söz ediyordu. Bütün bilginler bu mezarların Mykenai surlarının dışında olduğu kanısındaydılar, ama Schliemann Pausanias'ın metnini değişik bir biçimde yorumladı ve kazılarını hisarın içindeki eski meydanda yapmağa karar verdi. Arkeolojik "sezgi"si gene yanıltmamıştı onu: 1876 kazı mevsiminde, kayaların içine oyulmuş, dikdörtgen biçiminde beş mezar ortaya çıkardı; bu mezarlara hiç el sürülmemişti ve otuz beş yüzyıl önce ölülerle birlikte oraya gömülen değerli eşyalar olduğu gibi duruyordu: altın maskeler, kupalar, kadehler, mücevherler ve hepsi altından yapılmış yüzlerce eşya. Schliemann'ın bulduğu hazinelerin zenginliği, kazılarının gerçek önemini hiç bir zaman gölgelememelidir: çünkü bu kazılar Yunan uygarlığının tarihini iki binyıl geriye götürmüştür. Schliemann, bu buluşlarıyle, Homeros destanlarının tarihsel bir temele dayandığını göstermiş, unutulmuş olan parlak bir uygarlığı, Mykenai uygarlığını gün ışığına çıkarmıştır; bu Mykenai halkları ise, bundan çeyrek yüzyıl Önce bulunup okunulan tabletlerden öğrendiğimize göre, "tarihsel" çağlarda yaşamış Yunanlıların gerçek atalarıdır.

Aynı çağlarda zengin Mısırlılar geniş ve havadar evlerde otururlarken, Mykenai prensleri daracık odalı küçük saraylarda yaşarlardı. Ortadaki büyük ocakta yakılan kütüklerden evin içine- ısı ve ışık, bol bol da duman yayılırdı. Akşam olunca bütün aile ozanları dinlemek için oturma salonunda toplanırdı. Çoğu kör olan Yunanlı ozanlar, bîr yandan lir ya da kitar çalar, bir yandan da tanrıların ve kahramanların başarılarını öven şarkılar söylerlerdi.