Yunan Adalari


Atina'da, Akropol'de uyanmak

1 Eylül 2011 Perşembe, 9. Gün/ Atina, Parthenon, Akropol

Atina ’nın Pire limanına sabahı zor ederek saat 6.00 gibi vardık. Limanda iner inmez kendimizi cadde tarafına atıp ilk iş alışılageldiği üzere sonraki durağımızın biletini almak; Midilli’ye. Liman biraz büyük olduğundan ve mekik servis yapan otobüslerden haberdar olmadığımızdan bir miktar yürümek zorunda kaldık. Neyse ki limandan çıkar çıkmaz üst geçitten geçince hem bilet ofisi karşımıza geldi hem de metro durağı.

Atina- Midilli arasında giden 2 sefer varmış; öğlen 12:30 ve akşam 19:00. Tabii ki bileti 19:00’a aldık. Ve bu sefer koltuklarımız uçak tipi (Air Type Seats).  Tüm günü Atina’da geçireceğiz, gece de yine gemide uyuyacağız. İyi ki de öyle olmuş, yarım günde ne Parthenon’u ne de Akropolis Müzesi’ni görebilirdik. Bileti aldığımız yerdeki görevli çantaları bırakmamıza müsade etti. Ne kadar iyi oldu anlatamam. Hemen acentenin karşısındaki metro durağına geçip Omnia durağından geçen metroya bindik.

Omnia'da inip Acropolis’e varıncaya dek 15 dakika kadar yürümüşüzdür. Bu güzergah biraz Eminönü gibi. Böyle bir AB başkenti hayal etmemiştim (her ne kadar lüks mahallerininin de olduğunu sonradan öğrensek de ilk izlenim için biraz hayalkırıklığı oldu haliyle). Tüm duvarları sprey boyalı, bazı binaları köhnelik ötesi, henüz açılmış kahvehanelerin önünde oturup şüpheli bakan adamlar, açılmamış dükkanların verdiği terkedilmiş şehir hissiyatı sabahın bu erken saatlerinde irkiltici. Bir yandan da kahvaltı yapmak için mekan arayışındayız. 

 

 

10 dakika kadar sonra Akropolis’e çıkacağımız meydanına geldik. Monastiraki Meydanı....Ön planda Tzistarakis (Mustafa Ağa) Camii (1759) dikkat çekiyor. Günümüzde Yunan Halk Sanatları Müzesi olarak kullanılıyor. Arka planda Akropol yükselmekte.

Hiç şaşırmadığımız bir şey oluyor; gezdiğimiz her Yunan adasında en merkezi yerlerde denk geldiğimiz üzere Everest büfe/ atıştırma zincirine denk geliyoruz. Çeşitli milföy börekleri, pizza, krosan, çörek gibi şeyler satılıyor. Biz birer peynirli börek ve çay ile kahvaltımızı yaptıktan sonra yavaş yavaş antik kentin Aslanlıkapı tarafından tırmanmaya başlıyoruz.

Oldukça sıcak bir Atina gününde saatin 09:00’unda terleye terleye bir yandan tepedeki öğlen sıcağının nasıl olacağını düşünüyorduk. Genel olarak adaları da dikkate aldığımızda göze dolu dolu hitap eder nitelikte bir antik kalıntı bulunduğunu söyleyemem; ne var ki adı var. Tabiri caizse dehşet bir kültür ve felsefe mirasının üzerinde oturuyorlar. Acropolis için de aynı şeyi söylemek mümkün. En anlamlı yapısı haliyle Parthenon. Restore edilmekte olduğundan vinçlerle birlikte tam bir şantiye halinde.


Parthenon                         

Erechtheum tapınağında "The Porch of the Caryatids" - Karyatid Sundurması.
(Karyatid antik çağ mimarisinde sütun yerine kullanılan giysili kadın figürlerine verilen isim)

 

Diğer adalarda da gördük, her tarihi kalıntının restorasyonu için Avrupa Birliği’nden çok ciddi fon sağlanmış. Burası da öyle bir fonla restore ediliyor. Akropol’e giriş bileti çoklu bilet; Müzesi hariç birbiri ile bağlı ören yeri girişlerinin biletleri toplu satılıyor- ister gidin, ister gitmeyin. Bedeli de 12 €. Biz kısıtlı vaktimizde hepsini gezemeyeceğiz gibi görünüyor. Saat 11.30 gibi Akropol’ü, Parthenon’u, Odeon’u ve Dionysus Tiyatrosu’nu gezdikten sonra (hepsi ayrı bölgede) öğlen sıcağını atlatmak için tam Akropol’ün güneybatı yamacına bakan bölgede kurulmuş Akropol Müzesi’ne girme kararı alıyoruz.

Akropol müzesi oldukça ince düşünülerek “ziyaretçi dostu” bir müze olarak 2009 yılında yapılmış. Müzenin altında kazı çalışmaları devam ediyor ve tüm müzenin altı, bahçesinden girişinden itibaren kazıldıkça cam zeminle kaplanıyor. Ziyaretçiler bu şekilde kazılmış alanları da görebiliyorlar. Müzeye giriş 5 €. Akropolde bulunmuş tarihe ayna tutan ve hayret edilecek şekilde korunmuş kalıntılara, buluntulara ev sahipliği yapıyor.

Bazı etiketlerde özellikle Parthenon’un frizleri ile ilgili olarak bir not düşülmüş. Vaktin “Constantinople” elçisi Lord Elgin’in kontrolünde yürütülmüş arkeolojik kazılarda bu frizler olduğu gibi British Museum’a götürülmüş. British Museum’da da anlatır, Parthenon’dan bu şekilde götürülmüş tüm heykel, yazıt, o dekorun parçası her ayrıntı “Elgin mermerleri” adı altında özetleniyor. (Lord Elgin bu konuda pek becerikli; 1799-1803 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda – III. Selim dönemi- Britanya büyükelçisi olarak görev yapıyor. Elgin, Osmanlı yetkililerinden özel yetkiler ve izinler almak sureti ile zamanın Osmanlı topraklarından olağanüstü miktar ve ebatta tarihi eseri Britanya’ya götürüyor. Ancak her şey yasal. Şimdi görevde bulunduğu 4 yılı düşündüğünüzde ve giden eserleri düşündüğünüzde sanki elçilik görevi arkeolojik eser kaldırma misyonunun kamuflajı gibi kalıyor. Ardından durum Britanya’da pek bir çalkantı yaratıyor ve Birleşik krallık tarafından satın alınıp Britanya Müzesi’nde sergilenmesine karar veriliyor. Bu konuda detayları Wikipedia pek güzel anlatmış.

İşte Yunanlılar da bugün bu müzede lafı inceden inceden dokunduruyorlar.

Müze hiç göstermiyor ama çok büyük (25.000 m2 alan üzerine 14.000m2 sergi alanı). Müzenin çok güzel restoran/ kafe’sinde öğlen yemeğimizi yedikten sonra gezmeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Müzenin son vitrinleri maalesef biraz koşturmak sureti ile acele ile gezilerek görülüyor. 11.30’da girdiğimiz müzeden kısa bir yemek arası ile saat 17.00 gibi ancak çıkabiliyoruz. Aslında daha erken çıkabileceğimizi ve Agora’yı ve Hadrian Kütüphanesi’ni de gezebileceğimizi hesaplamıştık fakat daha Pire limanı’na gitmemiz gerekiyordu.

Metroda bir aksilik olur endişesi ile buradan ayrılıyoruz. Uzunca iki metro aktarması sonrası bilet aldığımız acenteye emanete bıraktığımız çantalarımızı alıp hemen yine yan taraftaki Everest kafe’den akşam yemeği için simit arası domates, beyaz peynir, zeytin ezmesi ve içeceklerimizi alıp limana geçiyoruz. Sabah biletimizi alırken acentedeki bayan uyarmıştı, gemimizin kalkacağı platform için limandaki mekik servislere binecek kadar uzun bir yolumuz varmış. Bekleyen doğru otobüse biniyoruz. Saat 18:00 ancak sıcak hala çok etkili. Bu sefer aldığımız uçak tipi koltuklarda daha rahat seyahat edeceğimizi umuyoruz.

Gereksiz bir karmaşıklıkta numaralandırılmış koltuklarımızı aynı salonda bize “ siz de bizdensiniz” diye seslenen bir başka Türk beyin yardımı ile tespit edebiliyoruz. Elimizdeki biletlerde yazan koltuk numaraları ile salondaki koltukların numaraları birbirine uymuyor. Bir süre sonra şaşkın tavuk gibi dolanıyorsunuz. Meğer salonun duvarında A4 kağıtta bir tablo varmış; biletteki numaralara denk gelen bir başka numara serisi var. Bunlar da oturacağınız koltukların numaralarıymış. Kağıttaki düzen de ayrı bir facia, ona hiç girmiyorum bile.

Daha hareket saatine zaman var, Bahadır dolanmaya çıkıyor, ben de notlarımı alıyorum. Yanımdaki boş koltuğun yanındaki koltukta yabancı bir bey oturuyor. Bir süre sonra bu aradaki boş koltuğa bir bayan oturuyor. Sonra adam gidiyor. Motorlar çalışmaya başlayınca iyi bir yolculuk diliyorum kendisine. “Size de” demesi ile uzunca bir sohbet başlıyor.